Son yıllarda Türkiye ekonomisi konusunda çok şey söylendi, yazıldı. Bunların önemli bölümü, "ekonomik istikrar yok olursa, AK Parti iktidardan düşebilir" anlayışıyla kaleme alınan yazılar olduğu için, zamanla ne kadar yüzeysel oldukları, nasıl yanlış analizlere dayandıkları ortaya çıktı. Ancak, kötü niyetle de olsa, saptamaların doğru bir boyutu vardı, onun altını çizmek gerekir: Türkiye'de ekonomik istikrar, büyük ölçüde yapılan reformlar ve girişimciliğin önünün açılması kadar, siyasi istikrarın sürekliliğinden de besleniyor. Bu siyasi istikrarın temelinde, 2002'den bu yana önce Başbakan, şimdi de Cumhurbaşkanı olarak görev yapan Tayyip Erdoğan'ın kişiliği ve yönetimi yatıyor. İstikrar sürdüğü, seçimler şeffaf ve katılımcı biçimde yapılıp, halkın desteği demokratik biçimde kendini ifade edebildiğinde, ekonomik gelişmenin önü açılıyor. Son olarak Merkez Bankası, dış ticaret açığının daralması, enflasyonist baskıların azalması ve ekonomik büyümenin istikrarlı biçimde sürdürülebilmesi gibi unsurları göz önüne alarak politika faizini 50 baz puan indirdi. Piyasaların bu indirime tepkileri de gayet olumlu oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu husustaki uyarıları da haklı çıktı.
Oysa Suriye'de devletin ortadan kalkması, Ukrayna'da adı konmamış bir iç savaş yaşanması, Libya'da fiili bir bölünmenin sürmesi, Mısır ile ilişkilerin giderek soğuması gibi gelişmeler, Türk ekonomisinin ve dış ticaretinin ciddi bir daralmaya girebileceği endişesi yaratmıştı. İç ve dış medyada, bu endişe çok ayrıntılı biçimde o kadar sık dile getirildi ki, Türkiye'de ekonomik istikrarın sürmesi neredeyse bir "sürpriz" gibi algılandı. Bazıları için bu "kötü sürpriz", gördüklerini değil, görmek istediklerini gerçek olarak algılamalarından kaynaklanıyor. Lenin'in sıklıkla tekrar etmekten hoşlandığı eski bir Rus deyimi "gerçekler çok inatçıdır" der. Hakikaten, gerçekler er veya geç ortaya çıkıyor, o zaman da çeşitli "komplo" teorileriyle, muhalif kalem ve mahfiller aslında neden işlerin gerçekte göründüğü gibi olmadığını izaha çalışıyorlar.
Türkiye, sıklıkla yazılarımızda değindiğimiz gibi, bu bölgede "istikrar ihraç edebilen" yegâne ülke konumunu hem muhafaza ediyor, hem de güçlendiriyor. Bir yandan demokrasi rejimleriyle yönetilen sistemin önemli bir parçası olma işlevini yerine getiriyor, diğer yandan gerek Rusya, gerek İran ile ticari bağlarını güçlendirerek bu iki ülkenin daha da ciddi siyasi krizler oluşturmasını engelleyebiliyor. Bölgede, kalıcı bir barışın ve istikrarın önünü açacak adımlar atabiliyor.
Bölgede ülkelerin birbirine giderek artan hayati ekonomik ilişkilerle bağlanması, entegrasyonlarının artması ve çıkarlarının giderek ortak hale gelmesi, AB'nin kuruluş felsefesiyle de bire bir örtüşen bir durum. Bu sistemi Türkiye keşfetmedi, ancak Osmanlı döneminde kalan ticaret ve işbirliği yolları, AB modelini daima pusula olarak alması, doğru siyaset uygulamasını sağlıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, son aylarda verdiği demeçlerle, Türkiye'nin bu "görülmek istenmeyen" hayati siyasal ve ekonomik işlevini AB'deki karar alıcılara sürekli hatırlatıyor. Enerji Piyasası uzmanlarınca düzenlenen kongrede dün yaptığı konuşmada ise, AB'nin "siyasi soğukluk" olarak nitelendirilebilecek tavrını sürdürmesini bir kez daha ciddi biçimde eleştirdi. AB ülkelerine enerji taşıyacak hatların, Türkiye ile AB arasında yapılacak derin ve kesintisiz istişareye ne kadar ihtiyaç duyduğu çok belirgin. Buna rağmen üyelik müzakerelerinde "enerji" faslının hâlâ açılmamış olmasının, mantıklı hiçbir açıklaması da bulunmuyor. Cumhurbaşkanı'nın bu eleştirilerinin, giderek AB içinde de duyulması, Türkiye'nin kısır ve anlamsız ayak oyunlarıyla kapıda bekletilmesinin AB'ye de neler kaybettirdiğinin artık hızla gündeme oturması gerekiyor.