İnsanlık var olduğundan bu yana siyasi cinayetler işlendi, maalesef de işlenmeye devam ediyor. Bugün de, dünya giderek küçüldüğü, haberleşme ve iletişim ağları sayesinde herkesin her gelişmeden haberdar olduğu bir dönemde, siyasi cinayetleri anında takip edebiliyoruz. Sayılarında azalma olmadığı gibi, haberleşmenin düzeyi, özellikle de siber alanda var olan veri sayısı, ortalama bir kişinin doğru haber ile çarpıtılmış haber arasındaki farkı anlamasına olanak vermiyor. Charlie Hebdo saldırısı tüm dünyanın, büyük ölçüde gelişmiş ülke toplumlarının büyük infialine neden oldu. Anlaşılabilir bir husus, ancak mesele, büyük bir terör organizasyonunun yurtdışında hazırlanan planları Fransa'da uygulaması biçiminde gerçekleşmedi.
Fransa'da doğmuş, büyümüş, yetişmiş ve yurtdışına gidecek imkânı olmayan marjinal çok az sayıda insanın internet aracılığıyla organize olmaları sayesinde gerçekleşti.
AB ülkelerinde önemli Müslüman azınlıkların yaşadığı ülkeler var. Fransa, İngiltere ve Almanya bu ülkelerin başında geliyor. Nüfusa oranla büyük Müslüman azınlıklara sahip Belçika, Avusturya gibi ülkeleri de bu kategoriye dâhil edebiliriz. Bu ülkelerde yaşayan Müslüman nüfusun kahir ekseriyeti, o toplumlarla iyi bütünleşmiş, hem kimliklerinden ödün vermeyerek, hem de yaşadıkları topluma katkıda bulunarak hayatlarını sürdürüyorlar. Camiler ve mescitler aynı zamanda bir "sosyalizasyon" ve dayanışma mekânı olarak kullanılıyor.
Bu sosyal yapıdan "terörist" yetiştiğini zannetmek, Avrupa toplumlarını hiç anlamayanların öne sürdüğü bir görüş. Terör örgütlerine bulaşanlar, genellikle cemaat halinde ibadet edilen yerlere gitmeyen, hatta bu tür topluluklardan dışlanan, internet üzerinden yasadışı ve caniyane ilişkiler içine giren kişilerden çıkıyor.
İngiltere'de 2005 saldırılarında bu açıkça ortaya çıktı, Fransa'da aynı durum söz konusu oldu. Bu açıdan bakıldığında, meselenin bir "dini aidiyet kırılması" olmadığı apaçık ortaya çıkıyor. Tabii ki yabancı düşmanı, neo-faşist hareketlerin ve mahfillerin bu saldırıları İslamofobya'yı körüklemek için kullanacakları bir gerçek. Ancak Fransa'da görebildiğimiz kadarıyla, toplumun çok geniş, yığınsal bir bölümünün son gelişmelerde "İslamofobik" hezeyana prim vermediği anlaşılabiliyor.
Asıl sorun, dünyadaki adaletsizliğin, artık her toplumda yankı bulması olarak özetlenebilir. Terör, yalnızca az sayıda militan eliyle gerçekleşmiyor, devletler de terör uygulayabiliyor.
Paris'te öldürülen on yedi kişi, Nijerya'da öldürülen iki bini aşkın kişi, Gazze'de bombardıman altında hayatını kaybeden yüzlerce kişi, insanlarda derin bir travma yaratıyor.
Bu travmanın altında kalan, toplumdan dışlanmış, ruhsal dengesi de yerinde olmayan kişiler, "ölümü meşrulaştıracak" bir bahane, bir örgütlenme biçimi buluyor. Devlet eliyle gerçekleştirilen terör, daha da acımasız olabiliyor.
Bireysel terör eylemlerini gerçekleştirenlerin çoğu, hayatını sürdürecek kadar gelir sahibi değilken, denizaşırı yolculuklar yapabiliyor, gelişkin, son derce pahalı silahlar ve mühimmat edinebiliyor. Bu finansman, genelde dünyada en derin eşitsizliklerin sürdüğü, en kolay gelirlerin elde edilebildiği petrol zengini bölgelerden kaynaklanıyor.
Bu açıdan bakıldığında, giderek küçülen dünyada, gelişmiş demokrasilerin, kendi "güvenliklerini" korumak için, diğer gelişmemiş ya da devlet sisteminin yok olduğu bölgelerdeki "güvensizliğe" kayıtsız kalması artık mümkün görünmüyor. Suriye'de devletin yok olması, ülkenin büyük bir kan denizine dönüşmesi, sadece dokuz yüz kilometre sınırı tutmaya çalışan Türkiye'de değil, binlerce kilometre uzaktaki Fransa'nın başkentinde caniyane sonuçlar yaratabiliyor. Terörle mücadele, temel olarak dünyanın neresinde olursa olsun adaletsizlik, eşitsizlik ve güvensizliklerle mücadele anlamına gelmeye başladı, 21. yüzyılı böyle değerlendirmemiz gerekecek.