17 ve 25 Aralık 2013'te, uzun süredir devlet kurumları içinde örgütlenen paralel yapı, hukuki hiçbir değeri olmayan dinlemeler ve montajlanmış konuşmalarla çok büyük bir darbe girişiminde bulundu.
Bunu yaparken, hem yargı ve emniyetteki organize ekiplerini kullandı, hem de kamuoyunda gerek kendine yakın yerli ve yabancı medya organlarını, gerek sosyal medyayı devreye sokarak büyük bir kampanya başlattı.
Bu operasyon, temel olarak dönemin Başbakanı Erdoğan ve onun yakın çalışma arkadaşları olan dört bakanı hedef almıştı. Başbakan ve yakın çalışma arkadaşlarını tasfiyeye yönelik planda ikinci aşama, AK Parti hükümetini devirmek ve darbe sonrası yeni iktidar oluşturmaktı.
Bu denli büyük kapsamlı ve eşzamanlı gerçekleşen bir operasyonu hayata geçirmek, ancak çok ciddi biçimde, yurtdışından da destek almış ve yeraltında çalışarak organize olmuş geniş bir örgütün işi olabilirdi. Ortaya atılan iddialar, öne sürülen "deliller", hiçbir hukuki değer taşımamasına rağmen, suç fiili oluşmamış olmasına, yargı soruşturması sonucunda suçlanan kişiler beraat etmiş olmasına rağmen, toplumdaki AK Parti karşıtlığı da körüklenerek bu darbe girişimi, bir "yolsuzlukların üzerine gitme" operasyonu adıyla lanse edildi.
Suç unsuru yoktu
Yolsuzluk olarak ortaya konan Halkbank kredileri, altın kaçakçılığı gibi hususlar, operasyonu başlatan savcıların mütalaaları ihtisas sahibi uzmanlar, yani banka müfettişleri ve gümrük müfettişlerince incelendiğinde, suç unsuru oluşturacak bir bulguya rastlanmadı. Ayrıntılı incelemeler ve raporlar bunları açıkça ortaya koydu. Bu bilgilere istinaden, paralel yapıdan bağımsız hukuk insanları, yargıç ve savcılar, kovuşturmaya gerek bir unsur bulamadılar ve yargı, "takipsizlik" kararı verdi.
Bütün bu gelişmelere koşut biçimde, iki kez ülke çapında seçime gidildi, iki kez Recep Tayyip Erdoğan, önce yerel yönetimler, sonra da Cumhurbaşkanlığı için halk yığınlarından "güvenoyu" istedi.
Her iki seçimde Erdoğan'ın halk yığınlarından büyük destek bulduğunu, salt çoğunlukla ilk turda Cumhurbaşkanı seçildiğini hatırlatmaya artık bilmiyorum gerek var mı?
Kaos için çalıştılar
Kısacası, 17 ve 25 Aralık 2013 girişimi, ne hukuk boyutunda, ne de halkın nezdinde kendisine en ufak bir meşruiyet yaratamadı. Bunun da ötesinde, basına ve sosyal medyaya sızdırılan bilgiler, Dışişleri Bakanlığı içinde dahi en gizli konuşmaları izleyen bir paralel yapının varlığını ifşa etti. Bu paralel yapı ve onun müritleri, gözleri dönmüş biçimde, Türkiye'yi güney sınırında sıcak savaşa itebilecek bilgileri ifşa etmekte, açıkça milli çıkarları baltalayacak biçimde casusluk yapmakta ve bir kaos ortamı yaratmaya çalışmakta bir an dahi tereddüt duymadılar.
Aslında bütün gelişmeler, Türkiye'nin İran'a karşı uygulamak zorunda kaldığı ambargoyu aşabilecek bir sistem oluşturmasıyla başladı. İran ile Türkiye arasındaki dış ticaretin, gayet başarılı ve zekice düşünülmüş bir sistemle daimi dış ticaret açığı yaratmasını engelleyen Halkbank, uluslararası güçlerce paralel yapının hedefine oturtuldu. Ambargo nedeniyle İran'a ihracat durma noktasına gelmişti. Türkiye'ye kadar gelerek İran'ın ambargosunun delinmemesi için tehditler savuran ABD Hazine Müsteşar Yardımcısı David Cohen'in ziyareti sonrasında, hükümetin girişimiyle İran Merkez Bankası adına Halkbank'ta bir hesap açtırıldı. Doğalgaz için ödenecek dövizler bu hesaba yatırılıyordu. Bu hesapta biriken döviz, İran'a transfer edilmese de, Türk şirketlerinin yaptıkları ihracat bu hesapta biriken paralarla karşılanıyordu.
Böylelikle on milyar dolara yakın dış ticaret açığı bir yılda kapanmış, İran'a ihracatımız rekor seviyeye ulaşmıştı. Yabancı şirketlerin de bu sistemi kullanmaya başladığı ortaya çıkınca, sadece Türkiye kökenli şirketlere bu imkânı kullanma izni verildi.
Bunun üzerine kıyamet koptu. Paralel yapı aracılığıyla bir dış ve iç güçler koalisyonunun HalkBank'ı hedef alması, operasyonda elde edilen son derece mahrem bankacılık kayıtlarının yurtdışına çıkarılması gibi vahim gelişmelere yol açtı.
İnanılması güç, fakat kamuoyunun bir kesimi, özellikle de iş dünyası, hala devletin içine sızan, örgütlenen, hedefinden vazgeçmeyen ve en tehlikeli adımları kendi menfaati için atmaktan çekinmeyen bu yapının yarattığı tehlikenin farkında değil. Hem Cumhurbaşkanı Erdoğan'a olan çaresizliğe gömülmüş muhalefet güdüsü, hem Türkiye'de daima "vesayet" kurumlarının var olmasının yaratmış olduğu alışkanlık, hem de kamuoyu üzerinde yaratılan muazzam baskı toplumun bir kesiminde ciddi kafa karışıklığına ve algı tutulmasına neden oluyor.
Dreyfus olayı gibi...
Fransa'da on dokuzuncu yüzyılın sonunda yaşanmış olan büyük casusluk davası, Dreyfus olayı adıyla bilinir. Bu olayda, Fransız Genelkurmayı'nın sırlarını Prusya askeri yetkililerine sattığı öne sürülen genç bir subay, Alfred Dreyfus, başka bir subay olan Esterhazy'nin ihbarıyla tutuklanır. Uydurma delillere rağmen suçlu bulunur ve hapse girer. Askeri mahkemenin bu kararları yüzünden tüm toplum ikiye bölünür, kardeşler birbirine, babalar oğullarına düşman kesilir, evlilikler, ortaklıklar yıkılır. Sonunda gerçek casusun Esterhazy olduğu ortaya çıkar ancak toplum, seneler süren büyük gerginlik, düşmanlık ve bölünme atmosferinde yaşamış, yargıya ve orduya inanç büyük ölçüde sarsılmıştır.
Şimdi çok benzer biçimde, tutunabilecekleri son dal, son çare olarak varoluşunu toplumdaki düşmanlığın körüklenmesine bağlayan "paralel yapı", şapkasından Yüce Divan kozunu çıkardı. Bütün hukuki süreci tamamlanmış, her aşamada her unsuru basına sızdırıldığı için son derece "şeffaf" biçimde herkesin izleyebildiği bir takipsizlik kararına rağmen, mağdur dört eski bakanın Yüce Divan'a sevk edilmesini istiyor. Olabildiğince bu konuda baskı uyguluyor. Taraftar yaratmaya çalışıyor. Kendisine yakın veya AK Parti'ye muhalif tüm medya, bu konuda seferber olmuş bulunuyor.
Amaç kavga ortamı
Yüce Divan, bugüne kadar yalnızca on yedi kişinin sevk edildiği bir kurumdur. Bir üst mahkeme değildir, bağımsız yargı tarafından aklanan kişilerin bu makamın önüne gelmesi, "darbe girişimini" meşrulaştırma anlamına gelecektir. Planlanan ve gerçekleştirilen operasyon, tümüyle başarısızlığa uğradığı için paralel yapının elinde kalan yegâne silah, propaganda, algı çarpıtması ve kamuoyunda yolsuzlukları örtbas etme algısı oluşturma çabasıdır. Bunda göreceli bir başarı sağlaması, siyasi istikrar bir yana, demokrasimizin geleceği açısından da büyük risk oluşturacaktır. Üç yıla yayılması muhtemel bir Yüce Divan süreci, paralel yapıya arayıp da bulamadığı fırsatı verecek, iç ve dış medyada Türkiye'nin müseccel muhalifleri ve hasımları için, her hafta gündeme getirilebilecek ve istismar edilecek bir konu oluşacaktır. Bu Yüce Divan girişimi, her türlü direnişe rağmen hedeflerinden vazgeçmeyen darbe sevdalılarının son girişimidir.
Meselenin yolsuzluk kovuşturması ile alakası kalmamıştır. Bütün dert, toplumu kalıcı biçimde daimi bir gerginlik ve kavga ortamında tutacak bir "Dreyfus" davası yaratmak, bundan nemalanmak, Türkiye'nin önünü tıkamaktır.
13 yıldır, çeşitli darbe girişimlerinin önünde dik durmayı başarmış, Menderes dönemiyle başlayan darbe geleneğini kırabilmiş AK Parti, muhakkak darbe meraklılarının oynamak istedikleri son perdeyi, Yüce Divan girişimini durduracak feraseti göstereceklerdir.
Yapılması gereken, 2015 yılı boyunca bu darbe operasyonunu iyice incelemek, tartışmak, içeride bunu organize edenlerle dışarıdan destekleyenleri deşifre etmek, demokrasimizi bu saldırıdan ve bu hastalıktan tümüyle arındırmak olacaktır.