Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan BM konferansı için New York ziyareti gerçekleştirdi. Muhtemelen, son dönemde hiçbir devlet başkanının ziyareti, Erdoğan'ın görüşmeleri kadar uluslararası mecralarda ele alınmamıştır.
Cumhurbaşkanı, adeti olduğu üzere, kendisine son derece muhalif bir tutum içinde olan kurumlar da dahil olmak üzere, çeşitli platformlarda görüştü, basın toplantıları yaptı, üst düzey görüşmeler gerçekleştirdi.
Bütün bu temaslardan ortaya, herkesin kabul etmeye başladığı birkaç önemli gerçek çıktı:
Birincisi, Türkiye, ittifaklarına sadık, demokratik bir ülke...
Bunu hem kendi sorumluluklarını yerine getirerek gerçekleştiriyor, hem de diğer müttefiklerinden benzer sorumluluklar üstlenmelerini bekliyor. Bunu da Cumhurbaşkanı gerek ABD yetkilileri ile görüşmelerinde, gerek çeşitli platformlarda dile getirdi ve Pennsylvania merkezli, demokrasiye kasteden kuruluşların da olması gereken muameleye tabi tutulması isteğini yineledi.
Türkiye kadar, terörle mücadelede diyet ödemiş, insan ve kaynak kaybetmiş çok sayıda ülke olmadığını vurgulayan Erdoğan, nasıl terörle mücadele edileceğini de bu vesileyle iyi öğrendiklerini, bunun yalnızca Türkiye tarafından gerçekleştirilemeyeceğini anlattı.
Kaleme alınan çok sayıda olumsuz öngörüye ve çok sert eleştiri ile oluşturulmak istenen negatif algılamaya karşın, Cumhurbaşkanı'nın ABD görüşmeleri olması gerektiği gibi, yani yapıcı ve dostlukla perçinlenmiş biçimde geçti. ABD'nin neredeyse Türkiye'yi cezalandırmak için tüm hazırlıkları yapmış olduğunu iddia eden analizlerin sahipleri, muhakkak bu gelişmelerin de aslında ne kadar kötü olduğunu anlatacakları ve bizleri inandırmaya çalışacakları yeni yazılar yazacaktır. Ne var ki, olumsuz eleştiriler o kadar gerçeklerden uzaklaştı ki, kamuoyunun bunu fark etmediğini zannetmek, kendi kendini kandırmak anlamına geliyor.
Türkiye'de demokratik biçimde gelmiş olan, 12 yıldır da iktidarını sürdüren hükümet, ittifaklarına daima sahip çıktı. Her defasında bunun böyle olmayacağını söyleyen görüşlere rağmen, zor aşamalarda Türkiye, Batı müttefiki, NATO üyesi bir ülkenin davranması gerektiği gibi davrandı.
Son IŞİD olayındaki tavır kadar, füze kalkanı sisteminde radar üssünün Malatya'ya yerleştirilmesine giden bir örnekler yelpazesi vermek mümkün. Ne var ki aynı Türkiye, müttefiklerinin yanlış olduğunu düşündüğü tavır ve politikalarını da eleştirdi. Demokratik rejimlerin bir araya geldiği ittifaklardan da zaten başka türlüsü beklenmez. Ancak işler bu raddeye gelince, Türkiye'ye baskı yapma alışkanlıkları, müttefiklerimizde depreşebiliyor.
Türkiye'nin, 70'lerin ortasından itibaren kısa süreli koalisyonlarla yönetilmesi, ara dönemlerde demokratik meşruiyeti olmayan askeri yönetimlerin uluslararası planda güçsüz olması, Türkiye üzerinde daha rahat siyasi baskı kurulabilmesini sağlıyordu.
Bu günler geride kaldı. Küreselleşen dünyada, kan gölüne dönmüş bir bölgede Türkiye, demokratik, istikrarlı ve NATO müttefiki bir ülke olarak ağırlığını herkese hissettiriyor. Bunun eskiden olduğu gibi hafifletilmesi de mümkün değil. Dış siyasette bunları akılda tutmak lazım.
İç siyasette ise, yabancı basın ve çeşitli kurumların vizyonu aracılığıyla dünyayı okuma alışkanlığı edinmiş, sorgulamadan kabul eden bir kesim iş dünyasına ve elite sahibiz. Bu inanılmaz kara propaganda sorgulanacak yerde, onların gerçek dışı çoğu görüşü kabulleniliyor ve iç politikada ya da dış mahfillerde Türkiye'yi tanımlama fırsatı çıktığında kullanılıyor.
Kısaca bir saptama yapmak gerekiyor: Dünya ve Türk yurttaşı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı ne kimi New York merkezli medya, ne de hoşgörüsüz iş dünyası gibi görüyor. Bir diğer husus, gerek Erdoğan, gerek AK Parti iktidarı tüm gücünü sadece demokratik meşruiyetlerinden ve halk desteğinden alıyorlar.
Bu güce başka mülahazalarla karşı çıkmak, "düşmanımın düşmanı" anlayışına saplanıp kalmak, kişileri ve kurumları demokrasi karşıtı, er ya da geç yalnız kalacakları ve kaybedecekleri uçlara çekebilir, unutmamakta yarar var.