Türkiye ile Avrupa Birliği, vize muafiyeti görüşmelerini resmen başlattı. Bunun yanında, 2001'den bu yana gündemde olan Geri Kabul anlaşması da Türkiye tarafından imzalandı. Bu noktadan itibaren, medyada ve kamuoyunda büyük bir tartışma başladı. Bu tartışmanın ana iki unsuru var, birincisi AB ile Türkiye arasında güven kavramı geçtiğimiz yıllarda yok edildiği için vizelerin kalkacağına kimse inanmıyor. İkincisi, Türkiye giderek daha küreselleşen dünyada, giderek daha fazla iç politikaya odaklanan bir "siyaset yapma" anlayışına itiliyor.
Her iki gelişmenin de, olumlu olarak nitelendirilmesi çok zor. AB ile olan ilişkilerimiz, 1963'ten bu yana o kadar fazla sayıda hayal kırıklığı ve kopma yaşadı ki, kamuoyunda bir "doygunluk" söz konusu... AB ile ilişkilerin bir daha hiç ileriye gitmeyeceğine dair giderek güçlenen bir kanaat var. 2002'den itibaren, Haziran 2006'ya kadar çok hızlı gelişen ilişkiler, Kıbrıs duvarına çarptığında, hükümet başta olmak üzere tüm toplumda çok derin bir hayal kırıklığı oluştu. 2007'de, hiçbir bakımdan üyeliğe hazır olmayan Romanya ve Bulgaristan da AB'ye girdiğinde, Türkiye kamuoyunda genel algı "çifte standardın kurumsallaştığı" oldu. O tarihten itibaren, bu algıyı kırmak bir yana, AB giderek anlaşmazlığı derinleştirici adımlar atmakta beis görmedi. Sarkozy+Merkel ittifakının bu popülist siyaseti, ilerde çok incelenecek ve gerektiği biçimde eleştirilecektir.
16 Aralık 2013'te düzenlenen toplantıya Başbakan Erdoğan'ın bizzat katılması ve AB konusunda, yıllardır kullanmadığı kadar teşvik edici ve mültefit bir üslup kullanması hiç şüphesiz yeni bir dönemin başlatıldığının işaretidir. Bunu 21 Ocak 2014 Brüksel ziyaretinde AB tarafından yapılacak açıklamaların pekiştireceğini öngörmek de çok büyük bir yanılgı olmaz.
Geri Kabul anlaşması ise, Türkiye'nin zaten almakta olduğu kaçak göç ile mücadelede, AB sistemine dahil olması için atılmış çok önemli bir adımdır. AB medyasında, verilen rakamlara bakıldığında Türkiye üzerinden kaçak olarak AB topraklarına giren insanların sayısı görülür, bunların engellenen kaçak göçmenlerin yüzde onunu ancak oluşturduğundan nedense hiç bahsedilmez. Bizim de yakın zamana kadar yasal altyapımız kaçak göç ve iltica konularında çağın tamamen gerisinde kalmış durumdaydı. Atılan adımlara rağmen, AB ile işbirliği içinde ciddi bir yeniden yapılanmaya da ihtiyaç duyulduğu açıktır.
Bütün bu sorunlar, Türkiye'de çok kısıtlı biçimde gündeme gelmekte, geldikten hemen sonra da unutulmaktadır. Türkiye, giderek küreselleşen bir dünyada, giderek istikrarsızlaşan bir bölgede, sadece kendi iç siyasetine odaklanan, içine kapanma lüksüne sahip bir ülke değil. Bunu önce kendimiz anlamalı ve tartışmalı, sonra da dış siyasetimizde atılan adımları bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Güney Kıbrıs basınına baktığınızda, AB'de Euro krizinin sadece Kıbrıslı Yunanlıları çözüme zorlamak için çıkarıldığını iddia eden çok geniş bir konsensüs olduğu görülebilir. Dünyayı anlamayan ve taşra zihniyetiyle kendi küçük çıkarlarını korumaya çalışan ülkelerin nasıl krizlere girdiklerine Güney Kıbrıs iyi bir örnek oluşturuyor. Türkiye'nin böyle bir örnek olmayacağı, olamayacağı çok açık. Konuyu olması gereken çerçeveye taşımak ve hesaplarımızı, hatta tartışmalarımızı da ona göre yapmak zorundayız.