Bazen insan, Türkiye'nin baş döndüren, sert, sıcak; uzlaşmadan, nezaketten, empatiden yoksun gündeminde, sanki soluk almakta güçlük çekiyor.
İnsan, kendisini tıkanıyormuş gibi hissediyor.
Çünkü toplum öylesine çok, birbirinin karşıtı durumuna dönüşme telaşında ki normalleşme, normal olmaktan çıkıyor.
Çünkü hayat, öylesine sevgisizliğin pençesine düşüyor ki sevgi ve nezaket göstermek, normal olmaktan çıkıyor.
Çünkü çoğunluk, öylesine birbirini anlamaktan uzaklaşıyor ki empati yapmaya çalışmak, normal olmaktan çıkıyor.
* * *
İşte böyle bir Türkiye'de olaylar hep bir yılan hikayesini andırıyor. Bilir misiniz?
Türkçe'deki "yılan hikayesi" sözcüklerinin kökleri, meğer Evliya Çelebi'ye dayanırmış...
Evliya Çelebi'nin tabiriymiş,
"yılan hikayesi gibi..." tabiri...
Evliye Çelebi, meğer öyle bir söz söylemiş ki yıllarca taze kalmış.
Bugünün Türkiye'sinde bile, her şey aslında tam olarak, belki köklerimizle de buluşan bir şekilde, yılan hikayesi gibi değil mi?
Belki de hayatımız şair Özdemir Asaf'ın dediği gibi:
"Bütün renkler" aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler."
Acaba bu toplum, aynı hızla kirlenen bütün renkler arasında, hala kendi
"beyazını mı" arıyor.
* * *
Adını hatırlayamadığım son Asur kralının kütüphanesinde bulunan, çok eski bir Sümer yazıtında da, yılanla- kartal arasında geçen bir efsane aktarılıyor.
Bu efsanede de galiba Evliya Çelebi'nin
"yılan hikayesi gibi" sine denk düşecek bir anlatım hakim. Özetle şöyle: Kuş, komşusu yılana
"Gel" demiş;
"Barış ve dostluk yemini edelim ve ona uymayanın üstüne Güneş tanrısının laneti yağsın."
Sonrası da özetle:
Her ikisi de Güneş tanrısının huzurunda yemin etmişler.
Ve ardından yeminlerini lanetle mühürlemişler.
Sonra her ikisinin de yavruları olmuş...
Yılanın yavrusu bir karaağaç gölgesinde doğmuş. Kuşunki ise bir dağ doruğunda...
Bu arada barış içindeki yaşamları sürüyormuş...
* * *
Barışın şekli de anlaşmaya uygunmuş.
Örneğin kuş yabani bir boğayı ya da başka bir hayvanı yakaladığında, yılan bundan yiyormuş, yavruları da besleniyormuş. Yılan ise yabani bir keçi ya da bir antilop yakaladığında, bu kez kartal ve yavruları o avdan besleniyormuş...
Sonra bu barış ne kadar uzun sürmüş bilmiyoruz...
Bir gün elbet ya kartal bozmuş barışı ya da yılan...
Belki de uzun süre sürdüğü için bu hikaye, asırlar sonrasında bile bu durum
"yılan hikayesi" diye miras kalmış dilimize... Neyse geçelim işte bütün bunları da...
* * *
Bir Çin atasözünde denmiş ki:
"Bana anlatırsanız unuturum,
Bana gösterirseniz hatırlarım,
Beni dahil ederseniz anlarım."
Gerçeği bile kirletmeyi başarıyorlar sanki günümüzde...
Herkes sadece kendi penceresinden bakıyor kendi gerçeğine...
Halk neresinden dahil olacak bakalım, kim bilir? Anlaşılmazlığa dahil edilen bunca söz kirliliğine... Aslında her zaman sözün kısası iyidir... Sahicidir... İnandırıcıdır... Bir zamanlar Anadolu'nun bağrında büyüyen Yunus Emre, şiirler okuyarak, ilahiler söyleyerek öyle bir üne ermiş, öylesine güzel sözler etmiş ki; büyüğü, çağının gözdesi Mevlana Celaleddin Rumi bile onun için:
-Nereye vardıysam, onun izlerini önümde gördüm, demiş...
* * *
Yunus Emre ise Mevlana'nın hayranı imiş doğal olarak...
Mevlana'yı
"gönlümüzün dev aynası" diye tanımlarmış yaşadığı çağda Yunus...
Yunus, Mevlana'ya ve yazdığı Mesnevi'ye, o büyük, derin hayranlığını belirtirken:
-Yalnız çok uzun yazmışsın. Ben olsam:
Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.
derdim, olur biterdi, diye takıldığı da söylenir...
Bu yazıyı yazarken, aklıma geldi:
"Renklerden önce insan, sonra da sözcükler kirlendi" sanki günümüzde...
"Beyaz"a karşı durmadan büyüyen tutkumuz da, sadece bundandır galiba...