Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ERHAN AFYONCU

Osmanlı’da insanlar ölüleriyle iç içe yaşardı

Günümüzde ölümü hatırlatan her şeyden kaçıyoruz. Mezarlıklarımız, eski dönemden kalmadıysa evlerimizden uzakta. Osmanlı döneminde ise şehirlerin hemen her mahallesinde mezar taşlarıyla dolu bir hazire yer alırdı. Şahideleri, yani mezartaşları insanların görebileceği şekilde dizilen bu mezarlar hayatın tam ortasında ölüm gerçeğini yaşatırdı

Tabii platformunun "Gassal" isimli başarılı dizisi ölümün hayat içindeki yerini yeniden hatırlattı. Osmanlı zamanı, günümüze göre bu yakınlığın daha belirgin olduğu bir dönemdi. Ölümün ardından yerine getirilen fıkhi gereklilikler ile bir kısmı Türklere özgü gelenekler, zengin bir ölüm kültürü meydana getirmişti. Osmanlı'da ölüm ve defin işlemleri hakkında Engin Çetin, Emrah İstek ve Nevzat Erkan'ın araştırmalarına bakılabilir.


19. yüzyılda bir cenaze.

ÖLÜM FARKLI İFADE EDİLİRDİ
Osmanlı'da İslam hukukunun ölüm terminolojisi geniş bir edebiyatla zenginleştirilmişti. Vefatla neticelenen hastalıklar "maraz-ı mevt" olarak ifade edilirdi. Bir Müslüman vefat ettiği andan itibaren "merhum" sıfatıyla anılırdı. Gayrimüslimlerin ölümünü tarif etmek için ise "hâlik" ve "mürd" gibi ifadeler tercih edilirdi. Müslümanlar için ölümün ardından yapılan hazırlıklara "teçhiz", mevtanın yıkanmasına "gasil", kefenlenmesine "tekfin", tabuta konularak musallaya ve kabre taşınmasına "teşyi", mezara konulmasına ise "defin" denilmekteydi.
Bir kimsenin neden veya nasıl öldüğü edebi eserlerde, mezartaşlarında ve resmi belgelerde çeşitli şekillerde ifade edilirdi. Savaşta vefat edenler için "şehiden", boğularak ölenler için "gârikan", aniden ölenler için "fücceten", katledilenler için "maktulen", vebadan ölenler için "matûnen" gibi zarflar kullanılırdı. Çocuksuz vefat edenler "bilâ-veled", kimsesizler ise "garib" olarak anılırdı. Ölümün bir "göç", "yolculuk" veya "sefer" olarak tarif edildiği; ecelin "ferman"a yahut "şerbet"e, canın bir "kuş"a, genç bir cenazenin "gül goncası"na benzetildiği sayısız teşbih geniş bir edebiyat meydana getirmişti. Dilin zenginliğine ve ahengine bakın. Bir de bugün konuştuğumuz Türkçe'ye.
Ölümü yaklaşan bir kimsenin başında "Yasin-i Şerif" okunurdu. Kişi vefat ettiği andan itibaren defin hazırlıklarına başlanırdı. Cenaze öncelikle üzeri örtülerek sert bir zemine alınırdı. Vefatın ne zaman gerçekleştiği, hazırlıkların kapsamını belirlerdi. Öldüğü gün defnedilemeyen mevtaların başında gece yakınları ve komşuları beklerdi. Günümüzde olduğu gibi Osmanlı devrinde de vefatların duyurulması için camilerden sela okutulurdu ve bunun için imam ve müezzinlere ücret ödenirdi. Erkeklerin teçhiz ve tekfininde de mahalle imamları görev alır ve bunlar için de ödeme yapılırdı. Kadın cenazelerini yıkayanların kimliğine ve aldıkları ücretlere dair bilgiler ise oldukça sınırlıdır.


Kanuni'nin mezarının hazırlanması.

KADININ DEFNİ DAHA MASRAFLIYDI
Bir cenazenin teçhiz, tekfin ve defni için gerekli malzeme ve hizmetler mevtanın maddi durumundan yaşadığı bölgenin âdetlerine kadar çeşitli bakımlardan farklılık arz ederdi. Ancak ölen kimsenin bir vasiyeti yoksa dinen asgari şartlar da belliydi. Bu çerçevede yıkama, kefenleme, mezar yerini hazırlama ve defin için ihtiyaç duyulan malzeme ve hizmetlerin temin edilmesi gerekiyordu. Buna göre cenaze masraf kalemleri kefen, mezar tahtası, tabut, sabun, pamuk, gül suyu gibi malzemeler ile cenazeyi yıkayanlara, mezar kazanlara ve mezar yerine yapılan ödemelerden müteşekkildi.
Defin tamamlandıktan sonraki giderler ise mezartaşı masraflarıydı. Defin harcamalarını piyasa koşulları, ölen kişinin mal varlığı, varsa vasiyeti ve defin sürecini idare edenlerin tasarrufları belirliyordu. Kadın ve erkek defin masrafları arasında ise fark vardı. Kadınların definleri erkeklere göre daha masraflı idi. Bu durumda kadın mezarlarının daha derin, kefen bezlerinin daha uzun ve gassale ücretlerinin daha yüksek olması gibi faktörler etkiliydi.
Osmanlı idarecilerinin en önemli meselesi, halkın temel ihtiyaç maddelerine kolay ve ucuz olarak ulaşımını sağlamaktı. Bunun yolu, iyi bir planlama ve sıkı bir denetimden geçiyordu. Bunun en önemli araçlarından biri narhtı. Bu uygulama, devletin piyasadaki çeşitli ürünlerin satışında bir üst limit belirlemesiydi. Bu kapsamda çeşitli vesilelerle defin giderlerine dair de narh belirleniyordu. Özellikle İstanbul'da mezar kazım ücretleri, mezar tahtası, tabut ve mezartaşı fiyatlarına dair farklı tarihlerde standartlar ve ücretler belirlenmişti.


Karacaahmet'te Osmanlı dönemi mezartaşları.

SALGINDA SIKINTI YAŞANIRDI
Salgın hastalık dönemlerinde defin meselesinde büyük sıkıntılar çıkardı. Ortaya çıkan ilk sorun, bazı imamların vebadan ölenlerin cenaze işlerini yapmaya yanaşmamalarıydı. İmamlar, bulaşıcı hastalıktan vefat eden birini yıkayıp kefenlemekten çekiniyordu. Fakat yakınlarını kaybeden insanlara da birileri yardım etmeliydi. Bâbıâli, böyle dönemlerde durumdan haberdar olur olmaz kadılar vasıtasıyla imamlara vebadan ölenlerin teçhiz ve tekfinini yerine getirmelerini emrederdi.
Binlerce cenaze demek aynı zamanda imamların, mezarcıların, taşçıların, kefen ve sabun satanların iş yükünün fazlalaşması ve ister istemez fiyatların artması anlamına geliyordu. İmamlar, mezar kazıcılar, taşçılar, kefen ve sabun satanların yaptığı fahiş zamlar ahalinin derdine dert eklerken devlet de bu durumun önüne geçmek için emirler verir, idareciler sık sık teftişe çıkarlardı. Salgından ölümlerin iyice arttığı günlerde mezar kazımı ve tabutla ilgili narh tekrar belirlenirdi.
Osmanlı döneminde bu tür felaketlerin Allah'ın asi kullarına bir cezası olduğu yönünde bir yaklaşım hâkimdi. Bu yüzden dualar edilerek Allah'tan af ve yardım dilenir; tövbe ve istiğfar edilerek bu hastalıktan kurtulmak niyaz edilirdi.


Sekbanbaşı İbrahim Ağa Mescidi ve Haziresi

HASTALAR YALNIZ BIRAKILMAZDI
Hıristiyanlar, salgın zamanı hasta yakınlarından kaçarken, Müslümanlar akrabalarını koruyup gözetmekte, onlarla ilgilenmekte ve vebalı olanların komşuları ile bazı tekkeler de hastalara maddi yardım sağlamaktaydı. 18. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'a gelen Antonie Olivier'e göre Osmanlı toplumu, vebalı hastalara bakmaktan çekinmez ve Avrupalılar gibi hastalığa yakalanmış yakınlarını parayla tutulmuş hastabakıcıların ellerine bırakmazlardı.
Avrupa'da ise vebalıya yaklaşılmaz, hastabakıcılar hastanın malından bir an önce faydalanmak adına onun ölmesi için gereken ne varsa yaparlardı. Olivier, Türkler için korkunç olanın; hastalıktan dolayı ölmek değil, akrabalarından uzaklaşarak yalnız kalmak ve eşiyle çocuklarını kucaklayamamak olduğu tespitini yapmıştır.
Alman komutan Moltke, İstanbul'da yaşanan 1837 vebasını anlatırken Türklerin ve Hıristiyanların hastalık karşısındaki ruh hâlleriyle ilgili şu yorumu yapar: "Garip bir hâl de Frenklere oranla daha fazla Türk'ün vebaya tutulmasına rağmen, hastalanan Türklerden on defa daha az Frenk'in ölümden kurtulabilmesidir. Bunun sebebi ancak ruhi olabilir; Türk vebaya tutulursa buna sabırla katlanır, tutulmadığı müddetçe de onu tamamıyla bilmezlikten gelir; 'yumurcak' adını söylemez, olsa olsa 'hastalık' der... Muhakkak olan şey, Türklerin vebadan öldüğü, fakat Frenklerin vebadan ıstırap çektikleridir."


Kimsesizlerin defniyle ilgili bir belge.


KİMSESİZLERİ DEVLET DEFNEDERDİ
OSMANLI topraklarında bir kimsesiz vefat ettiğinde öncelikle o bölgeden sorumlu beytülmal eminlerine haber verilmekteydi. Ölüm haberini genellikle mahalle imamları, müezzinler, hancılar, esnaf kethüdaları ve mahalle sakinleri bildirirdi. Haberi alır almaz cenazenin bulunduğu yere giden beytülmal eminleri mevtanın mallarını mühürlerdi. Defnin malların sayımından önce yapılması ve geciktirilmemesine özellikle dikkat edilmesi gerekiyordu. Malların tespiti ve satışı definden sonra gerçekleştiği için ilk anda masrafları beytülmal emini karşılıyordu. Kimsesizlerin bir kısmının az veya çok malı bulunurken bazılarının üzerindeki kıyafetlerinden başka hiçbir şeyi yoktu. Defnini karşılayacak kadar bile mirası olmayan bu kimsesizler "garip" ve "fakir" sıfatlarıyla anılıyorlardı. Genellikle han, bekâr odası, tabhane, hamam külhanı ve cami avlusu gibi mekânlarda yaşayan bu garipler çoğu zaman yaşadıkları mekânlarda vefat ediyorlardı. Devlet gariplerin defni için "beytülmal mukataası" adı verilen gelir birimlerinden tahsisat ayırmıştı. Bu nedenle bir garip öldüğünde o bölgenin beytülmal gelirinden sorumlu olan emine haber verilirdi. Sorumluluk sınırları dâhilindeki gariplerin defin masraflarını karşılayan eminler, yaptıkları harcamaları belgelendirerek devlete yapmaları gereken ödemelere mahsup ederlerdi. Çoğu zaman adı bile bilinmeyen bu garipler için standart bir defin masrafı yapılıyordu.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA