Türkiye son günlerde herkesi derinden etkileyen ölüm ve cinsel istismar vakalarıyla sarsıldı. Vefat eden evlatlarımıza rahmet diliyor, katillerin ve yardımcı olanların bir an önce adalet karşısına çıkarılarak cezalarını çekmelerini temenni ediyoruz.
Osmanlı Devleti zamanında sistemin temelinin adalet olduğuna inanılırdı. Bu yüzden "kadı"lar, yani hâkimler bağımsız olarak görev yaparlardı. Kadının hükmü olmadan kimse cezalandırılamadığı gibi, padişahlar bile mahkemelere ve kadılara karışamazlardı. Osmanlı mahkemeleri davalarda zengin-fakir, güçlü-zayıf, Müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmazdı. Kişinin statüsüne ve itibarına bakılmazdı.
Bir gayrimüslim Müslüman'a karşı rahatça dava açabildiği gibi, haklı olması durumunda da dinine bakılmaksızın mahkeme kararıyla hakkını alırdı.
Bu davaların bir veçhesini de cinayet vakaları oluşturmaktaydı.
Osmanlı döneminde şehirlerin güvenliğini sağlayan subaşılar suçluları arayıp bulur, adalet huzuruna götürürlerdi.
1700'de İstanbul.
NAMAZINI BİLE KILMADILAR
Dönem İkinci Mustafa'nın (1695-1703) hükümdarlığının son zamanlarıydı. Padişah 1699'da Karlofça Antlaşması'nın imzalanmasının ardından İstanbul'dan uzaklaşıp günlerini Edirne'de geçirirken 1702 yılında İstanbul bir cinayetle sarsıldı...
İhsan Birinci'nin yıllar önce Hayat Tarih Dergisi'nde bahsettiği bu ilginç cinayet, devletin resmi tarihçisi Raşid Efendi tarafından "Vak'a-i Garibe-i Şeyh Manevi Efendi" başlığı altında anlatılır. (Raşid Tarihi, II, s.553-554.)
Kadırga'da Sokollu Mehmed Paşa Tekkesi şeyhi meşhur Karabaş Ali Efendi'nin oğlu Şeyh Manevi Efendi idi. Manevi Efendi, İkinci Ahmed döneminde (1691-1695) hünkâr şeyhi olmuş, vaazlarıyla ve güzel konuşmasıyla tanınan bir vaiz idi.
Manevi Efendi, Davutpaşa semtinde surlara bitişik bahçeli bir eve uzun uğraşlar sonucunda sahip olmuştu. Manevi Efendi bu evde otururken Yedikule Dizdarı, yani kale komutanının ölümünden sonra güzelliği ve zenginliği ile İstanbul'da dillere destan olan dul karısını nikâhladı.
Dizdar'ın karısı, ikinci evliliğinin üzerinden üç-dört ay geçmişti ki bir akşam ölü bulundu. Sabahleyin gün ağarır ağarmaz şeyhin müritleri, Manevi Efendi'nin karısının cenazesini namazı bile kılınmadan tabuta koyup omuzlayarak mezarlığın yolunu tuttular.
II. Mustafa
TESADÜFEN FARK EDİLDİ
Cenazeyi taşıyan müritler mezarlığa doğru giderlerken, yolda karşılarına bir kadın çıktı ve "Bu cenaze kimindir?" diye sordu. Kadın, müritlerden "Şeyh efendinin karısıdır. Bu gece vefat eyledi" cevabını alınca feryat figan ağlamaya başladı. Tesadüf bu ya kadın, şeyhin karısının en yakın arkadaşlarındanmış.
Kadın bir taraftan ağlarken bir taraftan da bağırarak, "Akşam ben bu kadını sağ bırakıp ayrılmıştım. Ayrılırken 'Beni yalnız bırakma' diye yalvarmıştı" dedi. Ardından Topkapı'ya giderek güvenlik güçlerini buldu. Onlara durumu anlatıp, "Cenazeyi mezara koymasınlar, sonra pişman olursunuz" dedi.
Daha sonra da durumu sadaret kaymakamına, yani İstanbul'dan sorumlu olan sadrazam vekiline bildirdi. Kaymakam paşa, bunun üzerine durumu incelemek için bir görevli gönderdi. Bu gelişmeler üzerine birkaç kadına cenaze incelettirildi. Yapılan muayenede kadının boğazında ip yarası, başında ve ellerinde yara bere izlerinin mevcut olduğu ve burnunun yırtıldığı anlaşıldı. Ayrıca cenaze kefenlenmemiş, ceset bir çarşafa sarılmıştı.
Subaşı
HAPİSTEN CENAZESİ ÇIKTI
Bu durum üzerine Şeyh Manevi Efendi, şikâyetçi kadınla yüzleştirildi. Manevi Efendi, karısının ölmeden önce şikâyetçi kadınla bir arada olduğunu ancak eşine bunu kimin yaptığını bilmediğini söyledi. Hem suçlu hem de güçlü misali Manevi Efendi bir de davacı olduğunu söyledi. Ancak deliller aleyhineydi. Yapılan soruşturmada da mahalle halkı, şeyhin aleyhine konuşunca ölen kadının akrabaları gelene kadar şeyh hapishaneye atıldı. Ancak kısa bir süre sonra şeyh hastalanıp hapiste öldü. Dönemin tarihçisi Raşid Efendi, durumu "Davaları ahirete kaldı" şeklinde değerlendirir.
Osmanlı döneminde bir kadın.
OSMANLI'DA CİNAYET SUÇLARI 5 ÇEŞİTTİ
Osmanlı hukuk metinlerine göre cinayet suçları 5'e ayrılırdı. Bunlar kasten (taammüden) katl, kasıt benzeri (şibh-i amd) ile katl, hataen katl, hata benzeri ile katl ve ölüme sebep olmak (tesebbüben katl) idi.
"Taammüden katl" bir kimseyi bilerek ve isteyerek öldürmeyi ifade ediyordu. Eğer katilin fiili ispatlanırsa ve maktulün yakınları diyet istemezse bu suçun cezası kısas, yani katilin öldürülmesiydi.
Katilin ölüm sonucunu doğuran eyleminin bilinçli olmadığı cinayet ise "şibh-i amid" olarak nitelendirilir ve kısas gerektirmezdi.
Yanlışlıkla cinayete sebep olmayı ifade eden "hataen katl" de kısası yani ölümü gerektirmez, maktule diyet cezası verilirdi.
"Hata benzeri katl" ve "tesebbüben katl" de yine ölüm gerektirmeyip kefaret cezası verilen cinayet türlü idi.
Bunlara zikredildiği üzere kısas yani ölüm cezası veya kısasın olmadığı durumlarda tazir cezası olarak para, kürek veya kalebentlik gibi cezalar uyguladığı bilinmektedir.
Osmanlı döneminde cinayet vakalarında dava neticelendikten sonra ya kısas yapılır ya da ailenin isteğine bağlı olarak katilin diyet ödemesi sağlanırdı.
Tecavüz vakalarında ise eğer ispat edilirse mahkeme saldırganı ağır şekilde cezalandırırdı. Cezalar bazen ölüm de olmaktaydı.
DAVALAR ŞERİYYE SİCİLLERİNE İŞLENİRDİ
Osmanlı zamanı da işlenen suçlara dair veriler, dönemin sosyal hayatının en önemli kaynaklarından olan şeriyye sicillerindedir. Osmanlı mahkemelerinde görülen davaların kayıtlarını ihtiva eden bu kaynakların önemli bir kısmı Osmanlı Arşivi'nde ve İslam Araştırmaları Merkezi'nde (İSAM) araştırmacıların hizmetine açıldı. Bu kaynak grubunun önemini ortaya koyan neşirler de yapıldı. Mehmet Akif Aydın ve Coşkun Yılmaz hocalarımızın öncülüğünde 100 ciltlik kadı sicilleri yayınlandı. Yine Diyarbakır sicilleri ve Kıbrıs sicilleri seri olarak hazırlananlar arasındadır. Türkiye'de pek çok üniversitedeki hoca ve öğrenciler tarafından mahkeme kayıtları tez yapılmış veya neşredilmiştir.