Türkiye, Azerbaycan'ı haklı davasında destekliyor. Aslında Azerbaycanlı kardeşlerimizi desteklemek bir vefa göstergesidir. I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele döneminde Azerbaycan Türkleri, Rus işgali altında yaşamalarına rağmen Türkiye'ye yardım etmişlerdi. Bu yardımları Betül Aslan'ın "I. Dünya Savaşı Esnasında Azerbaycan Türkleri'nin Anadolu Türkleri'ne Kardaş Kömeği (Yardımı) ve Bakû Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi" adlı kitabından naklediyoruz.
KAFKAS GÖNÜLLÜ KITASI
Azerbaycan Türkleri ile Türkiye'nin kadim bir bağı vardır. Bu bağ her ne kadar Rus Çarlığı döneminde azalsa da asla kesilmedi. 1905 İhtilali'nden itibaren münasebetler giderek yoğunlaştı. Azerbaycan Türkleri, 1905'te kurulan "Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi" vasıtasıyla Osmanlı hükümetiyle irtibata geçti.
Balkan Savaşı yıllarında özellikle Azerbaycan Türkleri, Osmanlı Devleti'ne yardım ettiler. Yardımların organize olmasında 1911'de kurulan Müsavat Partisi'nin ve Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi'nin önemli rolü oldu. Cemiyetin merkez binasında toplanan Azerbaycanlı zenginler Türkiye'ye kendi imkânları dâhilinde maddi yardımda bulundular. Bakü'nün önde gelenlerinden Hacı Zeynelabidin Tagiyev, yarım milyonla yardımı başlattı. Diğerleri de zenginler 100 binden eksik olmamak şartıyla, herkes kendi imkânı ölçüsünde yardım yarışına katıldı. Cemiyetin toplantısında şöyle bir karar da alındı: "Türkler bu harpten kurtuluncaya kadar, kızlar ve gençler evlenmeyecekler, hiçbir Türk sinema ve tiyatroya gitmeyecek, erkeklerden de hiç kimse tıraş olmayacak."
Azerbaycan Türkleri, Bakü'deki Türkiye konsolosluğunun önüne çadır açan Hilal-i Ahmer (Kızılay) vasıtasıyla Türkiye'ye yardım ettiler. Azerbaycan Türkleri savaşa katılmak için gönüllü de oldular. Gönüllülerden "Kafkas Gönüllü Kıtası" oluşturuldu.
Cemiyet, yalnızca Azerbaycan'da toplanan yardımları değil, Türkistan ve Kafkasya'nın muhtelif yerlerinden toplanan yardımları da İstanbul'daki Hilal-i Ahmer'e gönderdi. Balkan Savaşı sona erdikten sonra da cemiyetin Türkiye'ye yardımları devam etti. Savaşta yetim kalan çocuklar için Edirne'de kurulan Darüleytam'a cemiyetin idarecilerinden Hacı Zeynelabidin Tagiyev ve Ağa Musa Nakiyev 5'er bin ruble yardımda bulundular.
KARDAŞ KÖMEĞİ GÜNÜ
Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi, I. Dünya Savaşı yıllarında da Türkiye'ye yardıma devam etti. "Kardaş Kömeği / Kardeş Yardımı" adında yardımlar toplandı. Özellikle Kafkas Cephesi'nde zor durumda kalan askerlerimize yardım götürebilmek için Rus yetkililerle görüştüler. Bu sırada yaklaşmakta olan 1915 yılı Nevruz Bayramı'nın daha önceden olduğu gibi bir bayram havasında değil de bir matem havasında kutlanması kararı alındı. Bu kararın alınmasında cemiyetin büyük hizmetleri oldu. Cemiyet ayrıca Nevruz Bayramı'nı Türkiye Türklüğü için bir fırsata da döndürdü. Nevruz'da Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi'nde büyük bir davet tertip etmeye ve burada Türkiye için yardım toplamaya karar verildi. Bu münasebetle Azerbaycanlı önde gelen gazete sahipleri "Kardaş Kömeği" adında bir yayın çıkararak, gelirinin de Türkiye'ye yardım olarak gönderilmesini kararlaştırdılar. "Kardaş Kömeği" adı bundan sonra Azerbaycan Türkleri'nin yardımlarının da genel adı oldu.
Cemiyet, Bakü şehir idaresine müracaat ederek Kars, Ardahan gibi yerlerde felakete uğramış Müslümanlara yardım toplamak için bir günlük izin talep etti. Gerekli izin verildikten sonra 7 Mayıs "Kardaş Kömeği Günü" ilan edildi.
GÖZ YAŞARTAN SAHNELER
Azerbaycan'da yardım toplanırken göz yaşartan sahneler yaşanıyordu. Bir gün Türkiye'nin Bakü Konsolosu Ali Kemal Bey'in yanına kör ve yaşlı biri gelerek, şöyle dedi: "Ben yedi nüfuslu bir ailenin reisiyim, bu ihtiyar halimle bir iş tutamadığım için, köşe başlarında el açıyorum, haftada kazancımın en verimli zamanı cuma günü cami kapısında geçen günlerdir. Türk kardeşlerimin başından bu afet geçinceye kadar, iane olarak her cuma günü topladığım paraları size getirip teslim edeceğim. Kudretim buna yetiyor."
Cemiyet, dini bayramlarda da Türkiye için yardım toplamaya devam etti. Cemiyet 1915 yılındaki Kurban Bayramı'nda kapı kapı gezerek kesilen kurbanların derilerini toplayıp, bunların satışından elde edilen parayı Türkiye'ye gönderdi. Aynı şekilde 1916 yılındaki Kurban Bayramı'nda da benzeri faaliyetlerde bulundu. Cemiyet, özellikle Kafkas cephesindeki Türklere yalnızca maddi destekte bulunmadı. Bunun yanında savaşta yetim kalan çocuklar için yetim evleri açtı. Esir düşen Türklere destek verdi. Esirken vefat edenlerin definleriye ilgilendi. Cemiyet, Nargin Adası'ndaki Türk savaş esirlerinin kaçırılması için de gizli faaliyetler yürüttü.
***
Okulları mutlaka açmalıyız
Salgın hastalıkla bir mücadele yöntemi olarak sadece ilkokul 1. sınıflar haftada 2 gün okula gidiyorlar. Dünyanın birçok ülkesinde okullar açıkken Türkiye'de okulların sadece 1. sınıfa eğitim vermesi hiçbir şekilde izah edilemez. Salgına tedbir almaya evet ama nesillerin geleceğini feda etmeye hayır. Çocuklarımızın virüsten göreceği zarar mı daha fazla, okuldan uzak kalmasından dolayı uğrayacağı zarar mı daha fazla? Çocuklarımızın sağlığını korumaya çalışırken geleceğini koruyor muyuz? Tâbi ki korumuyoruz. Maalesef Milli Eğitim Bakanlığı iyi bir planlama yapamadığı için okulların açılması konusunda geç kalmıştır.
Plajlar açık, oteller açık, dershane ve etüt merkezleri açık, lokantalar açık, kahvehaneler açık, fabrikalar açık, düğün salonları açık, AVM'ler açık, pazarlar açık, halı sahalar açık, OKULLAR KAPALI. Salgını okulları kapatarak mı durduracağız? Almanya'dan Rusya'ya, Fransa'dan İtalya'ya kadar birçok ülkede okullar açıkken Türkiye'de sadece 1. sınıfların kısmi olarak açılması kabul edilemez. Üstelik salgından dolayı en fazla ölümlerin yaşandığı İtalya'da (vefat: 35.941) ve Fransa'da (vefat: 32.155) okullar açıkken, en az ölümlerin yaşandığı ülkelerden biri olan Türkiye'de (vefat: 8.325) okulların kapalı olmasının sebebi nedir? İtalyanlar ve Fransızlar bizden daha mı cesur?
Virüsten dolayı ağır hastalık geçirme ihtimalleri olan yaş grupları her yere gidebilirken, virüsten grip kadar bile etkilenmeyen çocuk ve gençlerimiz ise okula gidemiyorlar. Çocuk ve gençlerimiz okula gidemezken başka yerlere ise rahatlıkla gidebiliyorlar. Bu durumun mantığını anlamak mümkün değil.
Hemen bir planlama yapıp, gerekli tedbirleri alarak eğitime başlamalıyız. En büyük hatamız her şeye bütüncül yaklaşmak. Türkiye'nin tamamında okulları kapatmak yerine vaka sayısı artan ilçelerde, semtlerde, mahallelerde ve okullarda eğitim, riskli durum sona erene kadar durdurulabilir. Risk ortadan kalkınca eğitime tekrar başlanır. Müfredat daraltılıp, ders sayısı ve ders saatleri azaltılarak bazı sınıflar sonbahar ve kışın (1-2, 5, 8, 9, 12) bazı sınıflar ise ilkbahar ve yazın (1, 3-4, 6-7, 10-11) eğitim görebilirler. Üniversitelerde de ilk başta 1. sınıflarla eğitime başlamak doğru olacaktır. Okula gelemeyen sınıflara da uzaktan eğitim devam ettirilir. Böyle bir yol izlenirse okullarda öğrenci sayısı da azaltılmış olur. Teneffüs saatleri sınıf sınıf ayrılarak, aynı anda öğrencilerin bir arada bulunmaları engellenebilir. Hepsine aynı anda eğitim veremiyorsak, kademeli olarak eğitim vermeyi niçin düşünmüyoruz? Ya hep ya hiç mantığı doğru bir mantık değildir. Okullarda ne kadar çok süre eğitim verebilirsek bu nesillerimizin geleceği açısından önemli bir kazanım olacaktır.
Okula gidememenin fiziksel, psikolojik ve pedagojik zararları yıllar sonra ortaya çıkacak ve telafi edilemeyecektir. Fakir ile zengin çocuklar arasındaki uçurum eğitim alanında daha da derinleşecektir. Bu konuda acilen makro bir planlama yapılıp, bütün toplum el ele verip, dayanışma içinde mücadele edip, bu meseleyi çözmeliyiz. Yoksa bir neslin büyük bir öğrenme kaybına uğramasının yanısıra evde devamlı olarak bilgisayar ve cep telefonlarıyla oynamanın bozacağı psikolojiyi hiçbir şekilde telafi edemeyiz. Gerekirse hayatın birçok alanına kısıtlama getirip okullarımızı açık tutmalıyız. Eğitimin feda edilmesi demek, bir neslin de feda edilmesi demektir.