Cumhurbaşkanı Erdoğan dün TBMM'nin yeni yasama yılı açılışında kapsamlı bir konuşma yaptı.
Türkiye'nin uluslararası konumunun ve dış politikasının ana parametrelerini özetledi.
Dünya siyasetinin gidişatı ve çatışma bölgeleri için hem eleştiride hem öneride bulundu.
Ana mesajı, Türkiye'nin mücadele ve rekabetten asla çekinmeyen ancak barış ve iş birliği için de her daim gayret gösteren bir ülke olduğuydu.
Türkiye'nin özgüvenini Gazi Meclis, Cumhuriyetin 100. Yılı ve 2200 yılı aşkın devlet geleneği gibi temalarla vurguladı.
Doğu Akdeniz, Suriye, Irak, Dağlık Karabağ, Körfez ve İsrail dış politika bağlamında önem verdiği konulardı.
Azerbaycan'a desteğimizi tekrarlayan Erdoğan, Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı gündem yoğunluğunu iki şeye bağladı: a) Türkiye'nin demokratik-ekonomik atılımlarına içte, dışta gösterilen direnç. b) uluslararası düzenin yeni bir yol ayrımına gelmesi.
Buradan hareketle Erdoğan, Türkiye'nin "küresel krizlerin en çok yaşandığı coğrafyanın tam merkezinde yer aldığını" ve "adaletli bir küresel yönetim düzeni kurmaya" gayret edeceğini vurguladı.
***
Krizler coğrafyasının merkezinde olmak zor bir durum.
Yine de bu, Türkiye'yi yeni kapasiteler geliştirmeye ve bölgesindeki boşlukları doldurmaya itiyor.
Bilinmeli ki, etrafımızdaki bölgedeki güç boşluğunun negatif sonuçları herhangi bir eksene dayanarak karşılanamaz.
ABD,
NATO veya AB ile gerilmeyin diyenler de Rusya-Çin-İran ile yeni eksen kuralım diyenler de coğrafyamızın ve yeni dünyanın güç denklemlerini okuyamıyor.
"Türkiye yalnız kaldı," ya da "
Ankara, Batı'dan koptu" ya da "ABD düşman oldu, Moskova-Tahran hattı ile iyi geçinmeli" diyenlerin hepsi aynı naiflikle malul.
Blok ya da eksen siyasetinin yerini
"rekabet ve iş birliğini" aynı anda harmanlayan büyük güçler siyaseti alıyor.
Suriye'de Rusya, İran ve ABD ile hem rekabet hem de iş birliği yapmak durumundayız.
Libya'da da aynısı Rusya, Fransa ve Mısır için geçerli.
Dağlık Karabağ konusunda Rusya'yı karşımıza almamalıyız ancak üstü kapalı bir bilek güreşi de realite.
Yeni güç oyunun formülü bu: hem rekabet hem iş birliği.
***
Son yıllarda Türkiye, önüne "meydan okuma" olarak çıkan çatışmaları
"fırsata" çeviren bir yönetim tarzı geliştirdi.
Mecburiyetleri güçlü ve kararlı bir liderlikle yeni imkanlara dönüştürdü.
Sahada varlık göstererek masadaki yerini aldı.
Coğrafyanın getirdiği yükleri taşımayı kendi milli gücünü pekiştirmek için kullandı.
Terörle mücadele, mültecilere ev sahipliği ve insani yardımların yanı sıra sert gücünü istikrarı korumak için de seferber etti.
Somali, Katar ve Libya örnekleri hatırlanmalı.
Elbette, Suriye'den Libya'ya Doğu Akdeniz'den Körfez'e ve Dağlık Karabağ'a kadar sözkonusu çatışmaların ya da gerilimlerin çıkmasında Ankara'nın bir sorumluğu bulunmuyor.
Ancak sözkonusu krizlere milli güvenliğini korumak için müdahil olmak zorunda kalan Türkiye artık bu krizlerin geleceğini belirleyen en etkili güçlerin arasında.
Erdoğan, sık görüştüğü dünya liderlerine
"artık bu sorunlar Türkiye olmadan çözülemez" realitesini kabul ettirdi.
Trump da Putin de Merkel de Macron da bu gerçekliği görüyor.
***
Son dönemde Türkiye'nin askeri gücü kullanması eleştiriliyor.
Halbuki en uzun sınırı Suriye ile olmasına ve 4 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapsa da Türkiye, Suriye'ye askeri müdahalede bulunan ülkelerin en sonuncusu.
Ankara, PKK-YPG'ye sınırlarında bir terör devleti kurdurulmasına göz yumamazdı.
Bunun için ABD, İran ve Rusya ile önce gerildi, sonra rekabet ve iş birliğini aynı anda yürüten bir politika üretti.
Yine Libya'da BM destekli Serraj Hükümeti çökmek üzere iken talep üzerine müdahil oldu.
Deniz yetki alanları ile ilgili menfaatlerini korumaya almakla kalmadı, Libya'da istikrar ve barışa katkı sağladı.
Yine Doğu Akdeniz'de 2003'den itibaren Yunanistan ve
Güney Kıbrıs'ın maksimalist talepleri Türkiye'yi dışlayan bir yere geldi.
Ankara, bu kabul edilemez dışlamayı kırmak için hem donanmasını hem çözüm önerisini seferber etti.
Bu yeni yaklaşım etrafımızdaki bölgede oluşan güç boşluğuna bir cevap.
Birçok kriz alanında şu gerçeklik oturdu: artık masada Türkiye olmadan çözüm olamaz.