Başkan Trump kendi nobran usulüyle pazarlığa başladı.
Suriye'den çekilme planının Türkiye ile koordinasyonu üzerine bir tweet attı. "Kürtleri vururlarsa Türkiye'yi ekonomik açıdan mahvederiz" dedi.
YPG'yi teskin etme amaçlı bu kaba cümlenin hemen peşinden de Türkiye'nin Suriye sınırında 20 millik (yaklaşık 32 kilometrelik) güvenli bir bölge oluşturulabileceğini söyledi. Ankara ise Türkiye'nin bu tür tehditlere boyun eğmeyeceği cevabını vermekte gecikmedi.
Türkiye'nin mücadelesinin terör örgütü ile olduğunu ve Kürtlerin düşmanı değil aksine hamisi olduğunu vurguladı.
***
Elbette Trump'ın cümlelerinde bir müttefike yönelik havuçsopa yaklaşımının nezaketsizliği var. Bu kabul edilemez. Tıpkı Brunson krizindeki üslubu takınmış.
Ancak Trump, Ankara'nın ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton ve diğerlerinden duyamadığı önemli bir öneride bulunuyor.
Bu öneri aslında YPG'yi ve Washington'daki destekçilerini rahatsız edecek mahiyette. "
ABD, Türkiye ile değil Rusya-Esed ile çalışsın" diyenleri de mutsuz edecek nitelikte. Trump, eğer samimi ise, YPG kontrolündeki M4 karayolunu ve sınırdaki bütün yerleşim yerlerini (Ayn el Arab,
Tel Abyad, Resulayn, Cezire'yi) içeren bir güvenli bölgeyi Türkiye'nin idaresine bırakmaktan bahsediyor. Nezaketsiz cümlelerinde Trumplık yapıyor. YPG adına kaygılananlara taviz veriyor.
Ve ekonomik yaptırım tehdidine rağmen, hem çekilme hem de "
Türkiye ile çalışma kararlılığını" ifade ediyor.
***
YPG kontrolündeki bölgenin tamamını hızlıca ele geçirmenin zorluğu, Rusya ve İran'ın boşluğu doldurma isteği düşünüldüğünde Türkiye'nin ABD ile müzakeresi kritik önemde. Ankara, YPG ile mücadelesinde zamanlama ve kademelendirme seçeneklerini değerlendirebilir. Trump'ın "
güvenli bölge" pazarlığının üslubuna değil, (diplomatik cevabı zaten verildi), içeriğine odaklanmak daha rasyonel olur.
Bitmeyen hayat tarzı tartışması Yerel seçimlere giderken
hayat tarzı tartışması yeniden
arzı endam etti. Suriyeli mültecilerin
yılbaşı kutlaması, bir oyuncunun
başörtülülere "
Suudi Arabistan'a gidin" hakareti,
CHP'li milletvekilinin çocuklara
namazın özendirilmesini eleştirmesi
ve
Cumhurbaşkanı Erdoğan'a
"
bira içmesi, Bethoven dinlemesi"
tavsiyeleri yapılması gündeme
gelen son örnekler. Bu
örnekler demokratik toplumlardaki
klasik hayat tarzı tartışmasının
ötesine geçiyor. Hatta CHP
İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı İmamoğlu'nun
Erdoğan'ı ziyaret etmesine muhalefet
mahallesinden sosyal medyada
verilen sert/
hakaret dolu tepkiler
kontrolden çıkmış
bir nefretin tezahürüydü.
Nefretin arkasında İslami talepleri baskılayan ve tüm farklılıkları homojenleştiren Kemalist hegemonyanın kaybından duyulan öfke bulunuyor. Bu hegemonyanın bir daha geri gelemeyeceğini düşündükçe dil daha da sertleşiyor.
Bu yüzden Erdoğan'a
"bira içme" önerisi "
bizi anla" önerisi
değil. Cumhurbaşkanı bizim
yaşam tarzımızdan birisi olmalı
anlayışının baskıcılığı. Ve belki de
"
Erdoğan gibi güçlü bir lider neden çıkaramadık" duygusunun
negatif itirafı.
***
Ülkemizdeki hayat tarzı tartışmaları sadece tolerans ve bir arada yaşama hakkında değil.
Aynı zamanda Türkiye'nin dönüşümü ve geleceği üzerine verilen elit "
kavgasıyla" da irtibatlı.
AK Parti'nin siyasetin ve toplumun merkezine yerleşmesine tepki. AK Parti tecrübesi, bütün başarıları ve eksikleri ile, bu ülkeye has yeni bir modernlik arayışı.
Siyasetçilerin bütün ideolojik kapışmalara rağmen, AK Parti döneminde Türkiye toplumundaki İslami talepler ile seküler yaşam bir arada normalleşti. Kemalizmin anomalileri (FETÖ dahil) AK Parti eliyle tashih edildi. Ancak muhalefetin elitlerinin Erdoğan karşıtlığına dayalı psikolojisi yüzünden bu dönüşümü yeterli ölçüde tartışamıyoruz.
***
Erdoğan'ı bir türlü yenemeyen muhalefet çevreleri siyasi mücadeleleri ile bir arada yaşama meselesini birbiriyle karıştırıyorlar.
Çelişkileri de bitmek bilmiyor.
AK Parti'yi hem "
ülkeyi İslamlaştırmakla" hem de
"
İslamcılığı bitirmekle" suçluyorlar.
"
Diktatör" ya da "
İslamcı faşizm" şeklindeki suçlamaları o kadar çok kullanıyorlar ki bunlar artık siyasi etki üretmekten çoktan uzaklaştı. Bilmem ne zaman fark ederler.