Türkiye'nin Kudüs krizindeki liderliği ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın SudanÇad- Tunus seyahati Ortadoğu'da eski bir ideolojik tartışmanın canlandırılması ile karşılandı. BAE siyasetçileri ve Suud medyası Türkiye eleştirilerini "Osmanlı sömürgeci geçmişi" iddiasını hatırlatarak devam ettiriyor.
Medine'yi savunan Fahrettin Paşa ile başlatılan polemik "Arap ve Türk ayrıştırması" ya da "Ankara-Tahran aynılaştırılması" çabası ile sürdürülüyor. Erdoğan'ın Arap halkları nezdindeki popülaritesi "yeni Osmanlılık" suçlaması ile zayıflatılmaya çalışılıyor.
Yine Ankara'nın "eşit ilişkiler" ve "birlikte kalkınma" temelinde Afrika'ya yaptığı açılımı "yeni bir tür emperyalizm" olarak resmediliyor. Sözgelimi Sudan'ın Savakin adasının Türkiye'ye tahsisini aynı medya, Ankara'nın Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin "ulusal güvenliğini tehdit etmesi" şeklinde okudu. Türkiye'nin Afrika ülkeleriyle savunma ve güvenlik konularında işbirliği arayışının "askeri yayılmacılık" olarak görülmesi anlamlı değil. Zira dünyamız ama en çok da bölgemiz yeni bir konjonktüre geçti. Trump yönetiminin ilan ettiği üzere artık ekonomi ile güvenlik arasında yakın bir ilişki var. Buna BAE gibi ülkelerin ABD şirketlerine casusluk ve operasyon birlikleri kurdurmasını ekleyebilirsiniz. Bu birliklerin, tedip edilmek isteyen ülkelere karşı gizli operasyonlarda kullanıldığını ya da kullanılacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. İşte bu yüzden istikrar-güvenlik-ticaret bağı iyice güçlendi.
Türkiye eleştirilerinde öne çıkan yeni bir söylem BAE'nin Dış İlişkilerden sorumlu bakanı E. Gargaş'ın açıklamalarında görüldü: "Arap dünyası bir çıkmazdadır ve çözüm, çevredeki bölgesel arzular karsısında işbirliği yapmaktır. Tahran veya Ankara tarafından Arap dünyasına öncülük edilmeyecektir."
Gargaş, Arap ülkelerinin Suudi Arabistan ve Mısır'ın oluşturduğu "Arap eksenini" desteklemesi gerektiğini vurguladı. Arap milliyetçi duygularına hitap eden bu söylem Türkiye'yi "İranlaştırma" derdinde. Tıpkı bazı ABD medyasında Türkiye'nin "İranlaştığını" iddia edenler gibi. Katar ablukasından itibaren "Türkiye-İran-Katar ekseni kuruldu" söylemi de aynı çevrelerce piyasaya sürülmüştü. Hedeflenen şey, yeni bir bölgesel dizayn amacıyla oluşturulan kutuplaşmanın önündeki Türkiye'yi sınırlandırmak.
Zira Türkiye, bölgenin kutuplaştırılmasının yeni felaketler getireceğini söyleyerek denge rolü oynuyor. Hem İran ile işbirliği yapıyor hem de kutuplaşmada taraf olmaya zorlanan ülkelerle ilişki geliştiriyor. Katar, Umman, Kuveyt ya da Sudan gibi. Ancak bu dengeleyici rol Körfez'in emellerine aykırı. Arapların zorla BAE-Suud-Mısır hattının hizasına getirilmesi engellenmiş oluyor.
Ankara'nın aktörlüğünü sınırlandırmak için "Türkiye yayılmacılığı," ya da "Yeni Osmanlı arayışı" söylemi devreye sokuluyor. Bu söylemin tutmayacağını Sudan enformasyon bakanının Türkiye ile işbirliğinin "bedeline" hazır olduklarını açıklamasından anlıyoruz. Körfezin tehditleri kutuplaştırmanın mahiyetinden dolayı çalışmaz.
BAE-Suud-Mısır hattının bölgeyi İran'a karşı kutuplaştırma siyaseti kendi milli menfaatlerini önceliyor. Hizaya sokmak istedikleri ülkelerin menfaatlerini ise ihlal ediyor. Bu açıdan Katar'a sunulan abluka şartları tarihi bir hataydı. Bir diğer hata Filistin yönetimine yapılan onursuz teklifti. Her ikisini de hükümsüz kılan Türkiye oldu.
"Yeni Osmanlıcılık" hikâyesine gelince... Günümüz dünyasının ulus devletleri egemenlik üzerine titremektedir. Kimse başka bir imparatorluk tarafından yönetilmek istemez. Herkes rasyonel menfaatlerine ve güç dengesi hesaplarına bakar. Türkiye'nin Afrika'ya açılımı bölgede gittikçe büyüyen fırtınada "istikrar, güvenlik ve ticaret" üçlüsüne dayalı bir işbirliği çabasını temsil eder. Başbakan Yıldırım'ın S. Arabistan seyahati de Türkiye'nin "bir eksen kurmayı" bırakın, aksine Körfez ile birlikte çalışma isteğine sahip olduğunu göstermektedir. Ankara'yı Tahran ile aynı yerde gösterenler Körfez'in menfaatlerini baltalamaktadır.