Trump'ın tehditleri sonucu değiştirmedi. Tek tek aramalarla yapılan baskıya rağmen dünya devletleri, ABD'yi yalnız bıraktı. Genel Kurul 128 kabul, 9 ret ve 35 çekimser oyla Türkiye ve Yemen öncülüğündeki tasarıyı kabul etti. Böylece, Güvenlik Konseyi'nin 478 sayılı kararı bir kez daha teyit edildi.
İki devletli çözüme ve "Madrid şartnamesini, Arap Barış İnisiyatifi'ni ve Ortadoğu Dörtlüsü Yol Haritası'nı temel alan kapsamlı, adil ve kalıcı bir barışa" duyulan inanç pekiştirildi.
Elbette, bugünkü güç dengeleri açısından ABD'nin baskısı olmadan İsrail'i barış sürecine zorlamak mümkün görünmüyor.
Yine de "Doğu Kudüs başkentli Filistin devleti" fikrinin uluslararası toplum nezdinde haklılığını gösteren bu karar yeni bir dönemin başlangıcı olarak tarihin sayfalarına geçecek.
Her şeyden önce, Trump'ın çıplak güce dayalı milliyetçi yaklaşımı ABD'nin küresel rolü hakkında geri dönüşü olmayan bir meşruiyet krizi doğurdu. ABD'nin Kudüs oylamasında BM'de yaşadığı yalnızlık sadece suratları buruşturacak bir yenilgi değil.
Sorumluluklarını, hem de yüksek sesle, bıraktığını söyleyen bir süper gücün bencil yaklaşımının nasıl karşılanacağını da gösteren yeni dünyanın gerçekliği.
Bunu söylerken ABD'nin mevcut küresel askeri ve ekonomik gücünü küçümsemiyorum.
Henüz Çin ve Rusya'nın bu gücün yerine geçebilecek durumda olmadığı da ortada. Hele hele, yüzlerce milyar doları savunma sanayisine yatıran Washington'ın ekonomik çıkar gördüğü yere müdahale edebilecek askeri gücü en üst düzeyde bulunuyor.
Ancak kurduğu "liberal düzeni" şimdilerde kendisi tarumar eden ABD'nin, ürettiği kaosu yakın vadede bile yönetmekte zorlanacağı çok aşikâr. Sözgelimi, Kudüs konusu Batı ittifakı içindeki ayrışmayı bir kez daha gösterdi.
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin bazıları ABD'nin baskısı ile çekimser oy verse de AB'nin önde gelen ülkeleri Trump'ın yaklaşımına karşı çıktı. İsrail yayılmacılığı bir "adalet" sorunu olarak dünya halklarının gündemine oturdu.
Trump'ın açıkladığı yeni güvenlik stratejisi, normları değil gücü temel aldığına göre dünyamız yeni güç kapışmalarının yoğun olduğu bir döneme adım atıyor.
Ortadoğu'yu da kıyasıya bir güç kapışması bekliyor. Kudüs krizi öncesi belirginleşen kutuplaşma hattı İran-Suud arasındaydı.
Riyad'a atılan füzelerin İran menşeli olduğu iddiasıyla ABD bu kapışmayı hızlandırıyordu.
Türkiye'nin Kudüs konusunda öncülük yapması Körfez ülkelerini zora soktu. Damat Kushner'in inisiyatifi olarak bilinen ve Suud Veliahtı Selman'ın Filistin'e barış planı dayatma arzusu şimdi ciddi bir sıkıntı içinde. Birkaç yıldır Ankara'ya yönelik saldırıların arkasında olduğu bilinen BAE gibi ülkeler bu yüzden doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alıyorlar.
BAE Dışişleri Bakanı'nın Medine müdafii Fahrettin Paşa'yı kutsal emanetlerin İstanbul'a nakli konusunda suçlayan tweet'i paylaşması sadece sembolik bir kapışma değil. Suud Veliahtı'nın "ılımlı İslam" söylemi ile yöneldiği Arap milliyetçiliğinin Türkiye'yi de Osmanlı geçmişi üzerinden ötekileştirme niyeti ile alakalı. Zira bir kutsal emanet olarak Kudüs'ü savunmak, İİT dönem başkanı olarak Türkiye'nin siyaset alanına geçti.
Kudüs krizi olmasaydı ya da Türkiye bu konuda aktif olmasaydı, BAE- Suud- Bahreyn hattı Trump'ın kararını "tali" mesele olarak geçiştirebilirdi. İran'a karşı İsrail'le işbirliğine açıktan devam edebilirdi.
Ne de olsa İran, Arap dünyasında büyük ölçüde ötekileştirilmiş bir aktör.
İşte bu noktada Kudüs konusunda ABD'yi bile karşısına alan Türkiye asıl Körfez'i sıkıştırmış oldu. Meşruiyetleri çatırdayan Arap yöneticilerinin bazıları, Erdoğan'a yeni sözlü saldırılarda bulunabilirler.
Ancak bugün Ortadoğu halkları nezdinde Erdoğan'ın sözü en değerli lider olduğunu unutmamaları lazım.