Rusya Devlet Başkanı Putin'in 10 bakanı ile birlikte yaptığı Türkiye ziyareti BBC'de "değerli yalnızlıklar zirvesi" olarak sunuldu. Bu tanımlama Erdoğan ile Putin arasında benzerliklerin altını çizerek her iki liderin Batı ile ilişkilerindeki sıkıntılara dikkat çekti. Yine bu ziyaret vesilesiyle, Türkiye'nin, AB ülkelerinin yaptırım uyguladığı Rusya ile yeni bir boru hattı kurulması konusunda anlaşmasını NATO ve Batı ittifakı bağlamında sorgulayan yorumlar yapıldı. Uluslararası medyada Türkiye'nin dış politika tercihlerini sert suçlamalarla eleştiren yazılara alıştık. Türkiye'nin uluslararası konumunu yeniden okuma iddiasındaki AK Parti'nin dış politika yönelimini beğenmeyen çevreler bu eleştirileri 2009'dan bu yana gittikçe yoğunlaştırdılar.
"Eksen kayması" ve "otoriterleşme" söyleminin birlikte kullanıldığı bu kampanyanın iç siyasetteki ortakları da IŞİD ile mücadeleden Papa'nın ziyaretine ve Beştepe Cumhurbaşkanlığı Sarayı'na kadar her konuda seferber olmayı tercih ediyorlar. Demokratik siyasetin rekabetçi yanı her türlü eleştiriyi tabii olarak getiriyor. Son dönemdeki bütün türbülanslarına rağmen Türkiye'deki demokratik düzenin gereği bu sert eleştiriler. Zira hâkim parti haline gelen AK Parti'nin "bitmek bilmeyen iktidarı" da kimileri için artık dayanılmaz bir durum. Ancak dış politika konularının "ideolojik bir kamplaşma" pozisyonları içinde ele alınması analiz yeteneğimizi törpülüyor. Türkiye'nin Suriye iç savaşından IŞİD'le mücadeleye kadar spesifik konulardaki dış politika tercihlerinin Batı karşıtlığı /yandaşlığı gibi toptancı ikilemlerle açıklanması mümkün değil. Yine bu ikileme bağlı otoriterleşme tezinin Rusya ve Türkiye gibi uluslararası düzenden hoşnut olmadığını açıkça belirten iki ülkeyi eşdeğer konumda görmeyi de gerektirmiyor. Hele hele Erdoğan ve Putin benzerliklerinin güzellemesi açıkladığından fazlasını örtüyor.
Burada birkaç noktayı netleştirmek lazım: Türkiye dış politikasında statik bir ittifak ilişkisini terk edeli çok oldu. Bunun AB'ye alınmamakla da ilgisi bulunmuyor. Her ülke ile konu bazlı bir ilişki yürütüyor. Batı merkezli uluslararası sistem ile eleştirel bir entegrasyonu hedefliyor. Dış politika tercihlerinin reel zeminini ekonomik- ticari ilişkiler oluşturuyor. Rusya, İran ve hatta İsrail'le ikili ilişkilerin ana dinamizmi burada yatıyor. Zira iç ve dış politikanın istikrarı bu ekonomik bağlamdan besleniyor.
Arap Baharı'nın bölgemize getirdiği kaos dış politikamıza yeni bir faktör eklemedi değil doğrusu. O da halkların tercihlerinin yanında yer alan bir tutum benimsemek. Suriye ve Mısır'da bu tutumun maliyetini de üstlendik. Yine de bu yeni faktörün de saf bir idealizm olmadığı ve orta-uzun vadeli bir stratejik okumaya dayandığını söyleyebiliriz. Yani ilkelerle açıklanan bu yeni tutum, reel güç hesaplamaları ile birlikte ele alınmak durumunda. Irak ile ilişkilerin yeniden toparlanması buna bir örnek. Bölgemizdeki kaosun derinleşmesi ya da ortadan kalkması durumlarında da komşularla ilişkilerin yeni bir düzleme oturacağını göreceğiz.
Bütün bu değerlendirmelerime rağmen artık emin olduğum bir husus var... AK Parti iktidarda olduğu sürece dış politikayı konuşurken ideolojik bağlam sürekli bizimle olacak. Türkiye'nin yeni dış politikasının değişim motivasyonunun ideolojik değil stratejik öncelikler ve tercihler olduğu gerçeği bu durumu değiştirmeyecek. Zira AK Parti dönemi dış politikasının iki temel unsuru uluslararası düzende kolay hüsnü kabul görmeyecek:
Türkiye merkezli olmak ve Batı ile eleştirel entegrasyon. Bu tercihler sürdürülebilir mi? Büyük ve bölgesel güçlerin toptancı ittifaklar yerine konu bazlı ve dinamik ilişkilere yöneldiği bir dönemde bu pekala mümkün.
Aksine, bu saatten sonra bahsettiğim tercihlerden geriye dönüş daha maliyetli olacaktır.