Bir süre önce bir soruşturmada bana Yeşilçam'dan tek bir film seçmeniz gerekse hangisi olurdu demişlerdi. Ben de Üç Arkadaş diye yanıtlamıştım. Gerçekten de Memduh Ün'ün 1958 yapımı filmi (sonradan bir yeniden çevrimini yaptı, onu dikkate almıyorum) duygusal hikayesi, yumuşak anlatımı, klasik gelişimi ve çok iyi seçilmiş oyuncularıyla, bir dönemi çok iyi temsil etmekle kalmıyor, seçkin bir yapıt olarak ortaya çıkıyordu. Memduh Usta'nın bu 10. filminde sinemaya hâkimiyeti artık iyice gelişmiş düzeydeydi. Senaryo hem raslantılar sonucu, hem de o günlerde sinemamızda çok görülen dostça bir işbirliği çerçevesinde, Metin Erksan'dan Atıf Yılmaz'a, Aydın Arakon'dan Ertem Göreç'e yarım düzine elin katkısıyla oluşmuştu. Geçen günlerde kaybettiğimiz Turgut Ören'in siyah-beyaz görüntüleri olağanüstü güzellikteydi. Ve film, artık varolmayan bir İstanbul'u da yakalayıp bir film boyunca karşımıza getiriyordu.
Elbette tüm bunlar yetmez. Biraz da ilahi bir katkı, bir tür mucize gerekiyordu: o yoğun üretim yıllarında, bir filmde her şeyin bu kadar mükemmel olması için... Sanırım o da geldi. Ve böylece bir başyapıt doğmuş oldu.
Kuşkusuz ki herkes görevini çok iyi yapmıştı. Üretim dışı mekanizmalar da.... Örneğin basın, yani eleştirmenler. Dönemin etkili eleştirmeni Tuncan Okan, Milliyet'teki köşesinde bir Türk filmine ilk kez üç yıldız vererek göklere çıkarıyor, böylece eleştirmenlerin sinema tarihine katkısını bir kez daha örnekliyordu. Devlet ise yine işbaşındaydı: Dönemin söz sahibi makamı Basın Yayın ve Turizm genel müdürlüğü, filmin yollanmak istediği Cannes Festivali'ne katılmasını yasaklıyordu!.. Ve böylece belki çok erken gelebilecek bir ödülden yoksun kalıyorduk.
İşte tüm klasik filmlerimiz gibi unutulup bir köşede çürümeye. mahkûm ettiğimiz bu film, geçen günlerde onarıldı: İKSV'nin her yıl bir filmi Groupama yatırım grubunun maddi katkısıyla onartıp festivalde sunma projesi çerçevesinde... Ve bir galayla gösterildi. Galaya gidemedim, ama öncesinde verilen kokteylde küçük ekrana yansıyan görüntülerden gözümü alamadım. Ne görkemli bir siyah-beyazdı o, tadını unuttuğumuz... Muhterem Nur yeryüzüne inmiş bir melek gibiydi, Fikret Hakan ise bir ilah. Hepsi rahmetli olmuş Salih Tozan, Semih Sezerli, Faik Coşkun, Mualla Sürer, Senih Orkan gibi oyuncular, perdeyi bir tanıdık, dost yüzler geçidine çeviriyorlardı. Ve o filmden yansıyan, biraz da bizim kendi gençliğimizdi.
Onarım bu kez bizim kendi olanaklarımızla yapılmıştı: Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-TV Merkezi tarafından... Merkezin kurucusu ve filmlerimizin bir numaralı kurtarıcısı Sami Şekeroğlu ve şimdiki başkanı Asiye Korkmaz son derece mutluydular. Özellikle Şekeroğlu göklerde uçuyor, 39 günlük yoğun bir çabayla baştan sona onarılan filmin hayata dönmesine çocuk gibi seviniyordu. Maliyeti ise tam saptayamadım. Normalde böyle bir onarım 10 bin dolara mal olurmuş. Ama bana 20-30 bin euroya uzanan farklı maliyetler verdiler. Ne olursa olsun, devletin ve özel sektörün katkılarıyla bu çabalar sürmeli. Daha kurtarılacak çok filmimiz var.
Ama elbette bir sanat eserinden herkes ayni düzeyde etkilenmiyor. Örneğin Fikret Hakan... En güzel filminin yeniden hayata dönmesine en çok onun sevinmesi gerekmez mi? Ne var ki böyle yapmadı, kokteylde Memduh Ün'le birlikte konuşmak için podyuma çıktıklarında, aralarında konuşmayı sürdüren basın mensuplarına olmadık laflar etti. Çıkış noktası haklı olsa da bu uslup, bu sertlik gereksizdi. Magazinciler eleştiriyi hak edebilir, ama hakareti kimse hak etmez. Ne yazık ki olan filme oldu, ertesi gün tüm basında film unutulup Hakan'ın sözleri manşet yapıldı. Oysa normalde herkes olayın güzelliğini yazacak, bu yazının benzerleri heryerde çıkmış olacaktı. Acaba Hakan şimdi memnun mudur, merak ediyorum!..
Not: Önümüzdeki Çarşamba günü saat 17.30-19.00 arası Beyoğlu Mephisto'da son kitaplarımı imzalayacağım.