Liberalizmi 'öznesi muğlak bir düzen miti'ne benzeten Edmund Fawcett, "Burjuva, Amerikan (1776) ve Fransız (1789) devrimleriyle Napolyon Savaşları'ndan (1799-1815) sonra yükselen sosyo-ekonomik ve demokratik hak taleplerini frenlemek için liberal ideolojiyi silah olarak devreye soktu. Amaç toplumdaki çatışmaları ve çelişkileri bitirmek ya da talepleri karşılamak değil, onları kontrol altında tutmaktı. Statükonun devamını sağlamaktı. Nitekim sağladılar da. Ve bu yolla iktidarlarını perçinlediler" tespitinde bulunur.
Ulusal düzeyden uluslararası alana geldiğimizde liberalizmin bir başka tutarsızlığı olan 'emperyalizm taraftarlığı' çıkar önümüze. Liberallerin en büyük açmazıdır bu. Her biri birer 'özgürlük havarisi' kesilen Batılı kapitalist liberaller, sıra ülkelerinin diğer devlet ve milletlere yönelik emperyal siyasetine gelince birden sömürgeciliği ve diğer halkların esaretini savunan jakobenlere dönüşürler.
Sonlarını da zaten bu çelişki getiriyor. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra 1990'larda zafer sarhoşluğuna kapılan liberal Batı, bugün dört bir koldan alarm veriyor.
Çünkü kültürlerindeki 'ırkçı diyalektik' sonunda deşifre oldu. Vahşi Batılı kapitalizmin omurgasını oluşturan liberal kültür artık bir hegemonya ideolojisi olarak sürdürülemez hale geldi ve işlevsizleşti.
***
Kan kaybetmeye başlayan Batı'nın yeniden toparlanması bu saatten sonra çok zor. Zira geleceğe dair bir 'idea-logy'leri kalmadı. Makro-tarihçiler dediğimiz fütüristlerin 1980 ve 1990'lardaki bütün liberal öngörüleri de boş çıktı. Batı'nın 'doğrusal ve ilerlemeci' tarih anlayışına göre kurguladıkları propaganda amaçlı ütopya metinlerinde papağan gibi hep aynı teraneyi tekrarladılar.
Alvin Toffler, endüstri öncesi ve sonrası toplumlar şablonuyla dünyaya baktı. Paul Kennedy, gücün yani Batı'nın yükselişini ve Doğu'nun çöküşünü anlattı. Samuel Huntington, Batı'nın hâkimiyeti için diğer kültürlerle çatışarak onları elimine etmeyi savundu. Francis Fukuyama, liberal bir küresel hayal pazarladı.
Toffler da yazmıştı. Onun 'Üçüncü Dalga' dediği demokratik post-endüstriyel toplumlar bugün ırkçı ve İslamofobik terörün yuvası haline geldi. Çünkü tüm bu makro-tarihçiler geleceğin sadece bir noktasına ışık tutabildi. Hepsi tek boyutluydu ve sadece Batı'nın prizmasından diğer kültürlere baktı. Tıpkı mevcut dünyayı ve Türkiye'yi hâlâ yanlış okuyan Batı güdümündeki vesayetçi yapılar ve aktörler gibi.
***
Bu fütüristlerden tek istisna Amerikalı Lawrence Taub oldu. 1989'da Japonya'da verdiği konferanslarda Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra küresel sistemde başını Türkiye'nin çektiği İslam ülkeleriyle Çin'in yükseleceğini öngörmüştü. Batı'nın temsil ettiği liberal tacirler döneminin kapandığını ilan eden Taub'un analizleri, kadim Hint kültüründen besleniyordu.
Hindu sagaları dört insan arketipi/profili çizer... Dindar, savaşçı, tacir ve işçi kesimleri. Yunanlı Platon'un kendi devlet modelindeki 'işçi, asker ve yönetici' insan tiplerinin kökeni de bu Hint destanlarıdır. Hindulara göre bu dört arketip sırasıyla yeryüzünde hâkim hale gelir. Tıpkı İbn-i Haldun'un tarih ve kültür teorisinde ileri sürdüğü gibi.
Fütürist Taub'a göre de dünya artık seküler Batılı tacirler tarafından değil dindar çalışan kesimler (Muhafazakâr ve Budist Calvinistler) tarafından yönetilecek bir evreye girdi. Gerçekten de Taub'un 1990'larda öngördüğü gibi dünya, şimdi Batı'dan Asya ve İslam coğrafyasına doğru küresel düzeyde bir güç değişimine sahne oluyor.
Bu yeni dünyanın temellerini ise Türkiye, Çin ve Rusya gibi ülkelerin köklerine sahip çıkan siyasi kadroları ile Batı'nın bu yeni dünyaya uyum sağlayan aktörleri atacak. Hâsılı kelam hem ülkemizin hem de dünyanın geleceği konusunda endişeye mahal yok. Her şey tıpkı Taub'un kehanetine göre gelişiyor.