Dışarıdaki yeminli düşmanlarımız kadar içerideki Haftercilerimiz de Türkiye'nin özellikle Suriye ve Libya'da küresel oyunu değiştiren hamlelerini anlamakta zorlanıyor.
Oysa bu zaferler daha yüzyıl önce üç kıtaya hükmetmiş devlet aklına sahip bir güç için hiç de şaşırtıcı değil. Ancak ideolojik körlük içindeki yerli sömürgecilerin ecnebi gözlüklerinden kurtulup bu gerçeği kavramaları hayli zor olacak.
Türkiye'nin bölgemizde yeni bir çağ başlatan başarılarının sırrı aslında küresel güç haritalarındaki değişimi iyi okumasından ve çıkarlarımıza uygun bağımsız kararlar almasından kaynaklanıyor.
Bu okumaya göre Roma benzeri bir güç olmaya kalkan ABD'nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra devreye soktuğu 'Imperium Americana/Amerikan İmparatorluğu' stratejisi çökünce 'terörle savaş' siyaseti daha 2006'da rafa kaldırıldı.
Ardından Barack Obama döneminde Irak ve Afganistan'daki işgallere tepki had safhaya ulaştı. 2008'deki finans krizinin de tetiklemesiyle yeni Amerikan siyasetini işte tutarı 7 trilyon doları bulan kaynakların boşa harcanmasına yönelik isyan belirlemeye başladı.
Nitekim bu öfke dalgasının iktidara taşıdığı Obama, hedefini "Asya'da oyun kurmak ve perde gerisinden dünyaya liderlik etmek" şeklinde küçültmek zorunda kaldı. Bu stratejinin tutmadığı görülünce halkın bu kez Donald Trump'ı seçmesine müesses nizam bile karşı çıkamadı.
Siyaset bilimci Peter Beinart, 'Önce Amerika' diyen Trump'ın Jacksoncu felsefesini şöyle açıklıyor: "Para harcamayı ya da yurt dışına asker göndermeyi sevmezler. Göçmen akımı şöyle dursun serbest ticarete bile karşıdırlar. Amerika'nın güvenliğinin uzak diyarlara demokrasi götürmeye dayandığını düşünmezler. Mesela dünyanın bir köşesinde kriz çıksa hemen 'civardaki ülkeler ne güne duruyor' derler..."
***
Nitekim Trump daha 2016'daki kampanyasında hedefini "Suriye'yi Rusya'ya bırakarak Meksika ve Çin ile büyük ticaret savaşlarına girişmek. İran ile nükleer anlaşmayı iptal etmek ve Ortadoğu petrol arzını ABD'nin güvenlik şemsiyesi altında Suudi Arabistan'a havale etmek" şeklinde formüle etmişti. Ne var ki Türkiye faktörü ABD'nin özellikle Suriye'yi Rusya'ya peşkeş çekme projesine ağır darbeler indirdi. Ve mecbur kalan ABD hem Türkiye'nin taleplerini kabul etmek zorunda kaldı hem de bize karşı 'post-Vietnam stratejisini' devreye soktu.
ABD'nin 'terörle savaş' yerine ikame ettiği 'post-Vietnam askeri doktrini 'işgal ve kriz bölgelerine daha fazla asker yollamayı sınırlayıp o bölgelerdeki 'kabiliyetli yerel ortaklarla' çalışmaya dayanıyor. Obama döneminde kabiliyetli yerel ortaklar DEAŞ benzeri örgütler iken Trump döneminde bu yerel kabiliyetli ortaklar PKK/YPG ile Hafter gibi terörist güçler oldu. Fakat bu çırpınışın da çare olamayacağı görüldü. Çünkü ABD'nin en büyük dezavantajı gücünün büyük kısmını lojistiğe ayırmak zorunda kalmasıdır.
Yani Irak ve Afganistan gibi bölgelere konuşlandırabileceği muharip güçler, o gücü oraya intikal ettirecek ve onu orada besleyecek gücün yalnızca küçük bir bölümünü oluşturuyor.
Haliyle askeri gücü yetersiz kalan ABD, Suriye'de olduğu gibi ister istemez Türkiye'ye boyun eğmek zorunda kalıyor. Buna bir de bağımsız askeri ve siyasi stratejilerinden ödün vermeyen Türkiye'nin mukayeseli üstünlüğü eklenince, 'çözülen ABD'nin başka bir çaresi de kalmıyor zaten.
İşte bu yüzden Amerikalı tarihçi Walter Russel Mead'ın da ifade ettiği gibi Rusya ve Türkiye benzeri güçlerin kendi bölgelerindeki 'jeo-politik hesaplamalarında ABD'nin yeri artık giderek kayboluyor."