Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı coğrafya geçen yüzyılda olduğu gibi günümüzde de küresel siyasetin en sıcak ve en çekişmeli cephesi konumunda.
Orta Asya, Afganistan, Karadeniz havzası, Kafkaslar, Balkanlar ile Doğu Akdeniz'de kıyasıya bir rekabet sürerken Körfez ve Ortadoğu'dan Kuzey Afrika'ya uzanan eskilerin deyimiyle Maşrık- Mağrip hattındaki bölge ise adeta kaynıyor.
Jeo-politik bakış ile söylemek gerekirse bu bölgelerdeki dünyanın siyasi şekillenmesi önümüzdeki süreçte daha da hızlanacak.
Özellikle Körfez'deki Hürmüz Boğazı krizi ile Suriye ve Doğu Akdeniz'deki mücadelenin dozu giderek artıyor.
Bütün cephelerde yoğun bir mesai harcayan Türkiye'nin küresel ve bölgesel aktörlerle yürüttüğü çok boyutlu ve etkili diplomasi dikkat çekici.
Özellikle Suriye özelinde Fırat'ın doğusuna yönelik operasyon hazırlıkları ile İdlib trajedisini çözme potansiyeli yüksek yeni hamleler, gözlerin yeniden ülkemize yönelmesine yol açtı.
ABD, AB, Rusya ve Çin gibi kıtasal güçlerin rekabet ettiği çevremizdeki alanlarda milli ve tarihi amaçlarına göre otonom bir politika izleyen Türkiye'nin kararlılığı ve gücü dengelerin yeniden kurulmasında belirleyici oluyor.
***
Eğer Amerikalı siyaset bilimci
Samuel P. Huntington (1927-2008) yeni Türkiye'nin izlediği bu bağımsız ve sonuç alıcı stratejiyi görseydi kuşkusuz afallardı. Zira Huntington'ın asıl amacı, ünlü çalışması
'Medeniyetler Çatışması'nda 'bölünmüş ülke/torn country' dediği Türkiye'yi
ABD'nin yedeğinde
Rusya ve
Çin'e karşı sahaya sürmekti. Kitabında bunun teorisini şöyle yapıyordu Harvard profesörü...
"Türkiye bölünük/parçalanmış bir ülke.
Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra nereye bakar Türkiye?
Cevap Taşkent olabilir.
SSCB'nin zevali Türkiye'ye Yunanistan'dan Çin'e kadar yedi ülkeyi ihata eden ve yeniden hayat bulan bir
Türk medeniyetinin lideri olma fırsatını veriyor. Türkiye bu yeni kimliği benliğine kazımak için çaba göstermeli..." Zaten 1990'larda Huntington ve Kissengerlar'ın
"Adriyatik'ten Çin Seddi'ne" sloganıyla formüle ettikleri strateji bağlamında ABD'nin çıkarları için ter döküyorduk.
Bu stratejinin temel hedefi Türkiye'yi Avrasya güçleri karşısında konumlandırmaktı.
***
Oysa
15 Temmuz'daki darbe ve işgal girişimini destansı
bir mücadeleyle hezimete uğratan
Türkiye vesayet prangalarını
parçalayıp yeniden otonom bir
siyaset izlemeye başladı.
Ve geldiğimiz aşamada sadece 'Türk medeniyeti'nin değil
İslam dünyasının da bayraktarlığını yapan Türkiye hem konvansiyonel düzeydeki siyasi ve askeri rekabette hem de stratejik ekonomik çıkarlar ile yüksek teknolojilerde üstünlük arayışı ve enerji kaynaklarının kontrolü üzerindeki mücadelelerde
kilit ülke pozisyonunu elde etmiş durumda.
Çünkü artan küresel belirsizlik, ülkeleri çıkar ve tehdit algılamalarına bağlı olarak
ikili, üçlü ve bazen de çok taraflı ittifak sistemleri oluşturmaya zorluyor.
Bu nedenle hem iç hem dış siyasette daha önce benzerine rastlamadığımız
karmaşık ağlar ve esnek işbirlikleri ortaya çıkmaya başladı.
Bunun en ilginç örneklerinden biri Türkiye'nin Suriye'de Fırat'ın doğusunda ABD, Fırat'ın batısında da Rusya ve İran ile kurduğu çok katmanlı ilişkilerdir.
Türkiye sergilediği kararlılıkla
bize 'uygarlık pazarlayan' Huntingtonlar'ın nasıl birer kaos tüccarı olduklarını deşifre etti. İşte bu yüzden Türkiye düşmanları, Fransa'nın yanında ülkesi Cezayir'e karşı savaşan işbirlikçi
'harkiler' gibi ne yapacağını şaşırmış durumda.