Günlük siyasi öfkelerin ve ezberlerin üzerine çıkıp kendimize ve dünyaya bakmayı zaman zaman denemeliyiz... Bu tür denemeler olaylara daha soğukkanlı ve bilinçli yaklaşmamıza yardımcı olur. Nesimi'nin yaptığı gibi "Gâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi... Gâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni" denemesini yapmak herhalde ihmal edilmemelidir.
Mesela bizdeki etnik köken farklılıkları abartmayalım... Örneğin "İngiltere"de yaşayan insan toplulukları arasındaki etnik çeşitlilikler ve farklı diller bizdekinden az değildir. Üstelik bunların arasında tarihten kaynaklanan kan davaları da vardır. Ayrıca ne Kuzey İrlandalılar, ne İskoçlar, ne de Galliler kendilerini "İngiliz" olarak tanıtırlar. Vatandaşlık kimliklerini "British" şeklinde nitelerler... Bunları bir arada tutan öğeler İngiltere'nin gelişmişliği ve hukukun üstün olduğu, mülkiyetin ve özgürlüklerin temel haklar olarak korunduğu devlet düzenidir.
Türklük ve Türkiyelilik
"Türklük" ve "Türkiyelilik" gibi kavramlara yaklaşırken, "English" ve "British" kavramları arasındaki farkları da hatırlamak, herhalde konuyu açmakta yardımcı olur.
Farklılıkların bir arada yaşamaları meselesi de farklı açılardan ele alınamaz mı? Mesela 1965 yılına dönelim ve yıllık net gelirleri 1 milyon olduğu için gazetelerde vergi rekortmenleri olarak listelenen İstanbullu isimleri hatırlayalım... Zaharya Bovetes, Nesim Anter, Avedis Kazancıyan, İzak Alfandari gibi isimlerin yanında, Asım Ülker, Sabri Ülker, Haldun Simavi ve Erol Simavi, Türk asıllı yegane isimlerdi.
Hepsini kaçırmadık mı?
Tabii ki zaman yeni isimleri listelere taşıdı. Ama "Azınlık" diye nitelediğimiz isimlerden hiçbirisi yok artık bu listelerde. Türkiye Kıbrıs krizine ve buna benzer siyasi-ekonomik krizlere yakalanmasaydı da, 1965'te listelerde vergi rekortmeni olanlar, bugün de aynı yarışı sürdürselerdi fena mı olurdu?
Bitmek tükenmek bilmeyen ikilemimiz bu değil mi? Hem "Yabancı sermaye gelmiyor diye yakınırız. Hem de "Türkiyeli sermaye"yi, bazen "Varlık Vergisi" ile, bazen "Anti Semitizm"le, bazen "Azınlık Düşmanlığı" ile horlayıp kaçırmaz mıyız?
Herkesi kızdırdılar
1964 tehciri ile Türkiye'den sınır dışı edilen ve Atina'da Faleron'a sığınan İstanbullu Rumlarla konuşmuştum bir Yunanistan seyahatimde.
Yeniköylü Koço, şöyle özetlemişti durumlarını:
- Biz İstanbul'dayken Rumca konuşup Türkleri kızdırırdık. Burada da Türkçe konuşup Yunanlıları kızdırıyoruz. Hepimiz çağanoz gibi olduk.
İçimize kapandık.
Bütün bunları konuşurken "Mülkiyet"in bu topraklarda ne kadar kalıcı olduğunu da ele almalıyız. Bizde hep tekrarlanan "Mal sahibi, mülk sahibi/Hani bunun ilk sahibi" deyişini de, "Romanya'da karın, Karadeniz'de gemin, Osmanlı'da malın olmasın" şeklindeki söylemi de duymuşuzdur.
Demokrasi ve hukuk
Kişilerin kendilerini devlet kadar güçlü, kanunlardan da üstün ve dediği dedik olarak göremediği düzenlerde, kanunlar ve hukuk, zor zamanlarında onların da yanında oluyor. Bunun için, demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, insan hak ve hürriyetlerinin, mülkiyet gibi kutsanması, bir ön şarttır.
Kendi yaşam süremizde kaç tane görkemli servetin yok olduğunu, kaç tane rakipsiz sayılan iktidar sahiplerinin yargılandığını veya devrildiğini görmedik mi? Biraz derine inerseniz onların güçlü zamanlarında, demokrasiyi, hukuku falan hafife aldıklarını da görürsünüz.
Ders almak
Bunları kabul etmeyenler, sahip oldukları evlerde bir gün başkalarının oturduğunu, otomobillerine başkalarının bindiğini, kötü kullandıkları devlet gücünün kendilerine karşı kullanıldığını hep görebilirler.
Zaman zaman bu gibi konuların varlığını da hatırlamakta saysız yarar vardır.