Bir ülkede yaşayanların mutluluğunu, o ülkedeki yönetimin başarısını ölçmek için sayısız kriterler vardır. Gelir dağılımı, enflasyon ve istihdam rakamları, bu kriterlerden bazılarıdır. Adalet, eğitim, sağlık ve güvenlik gibi alanlardaki hizmetlerin mükemmeliyeti de, o ülkenin hem gelişmişliğini, hem de toplumsal mutluluğunu yansıtır.
Bir de bu kriterlerin henüz bilinmediği ama yine de yaşayanların mutluluğunun ve yönetimlerin başarısının anlaşılmaya çalışıldığı, eski çağların kriterleri var.
Örneğin eski Çin'de bir ülkenin başarısı, o ülkenin aldığı göçlere bakılarak anlaşılırmış. Nitekim Konfüçyüs de, "Göç alan ülkeler, göç veren ülkelerden daha ileri, daha müreffehtir" dermiş.
SERMAYE DE KAÇAR
Türkiye'nin hatırlayabildiğimiz yakın tarihine bir göz atarsak, bu açının doğruluğunu anlarız. Ülkenin örtülü bir iç savaş yaşadığı 1980'e dayanan dönemde, imkânı olan her kesimin ve orta sınıf üyesi insanların da yaygın biçimde Amerika'ya kapağı atabilmek ve bir "Green Card" sahibi olmak özlemini seslendirdiğini hatırlarız. Çocuklarını okula göndermeye korkan ailelerin ve kurtarılmış bölgelere bölünmüş bir ortamın dönemiydi o yıllar.
Tıpkı insanların ülkeden kaçmaya çalışması gibi, ekonominin krizden krize düştüğü dönemlerde sermayenin de Türkiye'den kaçtığı dönemler yaşandı yakın geçmişimizde. İsviçre bankaları, Türkler için Türkiye bankalarından daha güvenilir kurumlar değil miydi?
Tarihin ilk çağlarından beri, yaşayanların mutluluğunu ve yönetimlerin başarısını ölçmeye yarayan bir diğer kriter de, "Kanunlar önünde herkesin eşit olması" dır. Bütün düşünürler, "Kanunlar önünde herkesin eşit olduğu ülkelerde istikrar ve huzur vardır" görüşünde birleşirler. Bugün ise, "Hukukun üstünlüğü" kavramı içinde daha da gelişmiş bir boyuta taşındı bu olgu. Hukukun devletin de üzerinde olduğu, kanunları yapanların da o kanunlar karşısında vatandaşlarla eşit konumda bulunduğu bir düzen amaçlanıyor bugünün dünyasında.
Bu genel değerlendirmeleri bildiğiniz zaman, gerek kendi ülkenizin, gerekse dünya ülkelerinin hangi başarı ve mutluluk düzeyinde bulunduklarını anlamanız kolaylaşır.
Örneğin geçen hafta bulunduğumuz Küba hakkında yazdığımız yoruma Türkiye'deki Küba Büyükelçisi'nden de tepki geldi. Sayın Büyükelçi, Castro'nun bir diktatör olmadığını ve Küba halkının mutluluğunu görmemenin, Amerikan güdümlü bir tutum olduğunu yazmıştı mektubunda.
KÜBA ÖRNEĞİ
Tabii ki amacım güzelim Küba'yı rejiminden ötürü kötülemek değildir. Ama eski Çin kriterlerini hatırlayıp, "Neden 100 binlerce Kübalı kendi ülkelerinde yaşamak yerine kitleler halinde deniz aşırı topraklara göç ettiler" sorusuna cevap aramayı tercih etmek durumundayım.
Aynı durum İran ve Irak için de geçerli değil midir?
Bir ülkede çoğunluğun var olan rejimi desteklemesi, o rejimin o ülke halkı için en iyisi olduğunu göstermez ki. O ülkede mevcut rejimi desteklemeyenlerin de yaşayabilmesi, can ve mal güvenliklerinin var olması, mutluluğu ve yönetim başarısını kanıtlar.
Tabii bir de demokratik yolla yönetimlerin değiştirilebilmesi, değişimin o ülke yaşamına sancısız biçimde yansıyabilmesi meselesi de gündemlerde bulunmalıdır.
Bütün bu gerçeklerden, tabii ki Türkiye'yi yönetenler de ders almalıdır.
Siyasi iktidar sahipleri veya devlet gücünü ellerinde tutanlar, bunları kendileri gibi düşünmeyenlere karşı kanunlar önünde eşitliği bozmak için kullandıkları takdirde, ne ekonomik kalkınma, ne de görünürdeki istikrar, uzun süreli olabiliyor.
Bu açıdan Türkiye yabancı sermayeye olduğu gibi, tüm farklılıklarıyla kendi insanlarına da cazip bir ülke niteliğini hep korumalıdır. "Bana bu ülkede gelecek yok" duygusu hiçbir Türk vatandaşında bulunmamalıdır.
Tarih de, bugün de bu ana dersleri aktarıyor hepimize.