Sık sık "Türkiye'yi kim yönetiyor" sorusuna cevap ararız da, "Türkiye'yi kimler yönlendiriyor" sorusunu cevaplamayı pek düşünmeyiz.
Çok deneyimli bir diplomatla konuşurken, onun şu gözlemlerini seslendirdiğini duydum geçen gün:
- 1974'ten bugüne Yunanistan ve Kıbrıs Rumları, Kıbrıs'ı kullanarak Türkiye' nin hem iç hem de dış politikasını yönlendirdiler. Kıbrıs merkezli bazen yoğun bazen hafif krizler yaratarak, Türk siyasetinin de, toplumunun da, diplomasisinin de enerjisini harcattılar. Türkiye bu krizlere bağımlı olarak zaman içinde patinaj yaparken, önce Yunanistan sonra da Kıbrıs Rumları Avrupa Birliği'ne üye oldular. Ne yazık ki, Türkiye' de karar merkezleri bu oyuna gelip birbirleri ile didişirken, bir büyük akıl devreye sokulamadı. Ve şimdi Kıbrıs' taki bir teneke üst geçit dolayısıyla hala birbirimizle didişip, ulusal ve toplumsal enerjimizi ziyan ediyoruz.
Bir sorunu çözmek yerine, onu kronik kriz konusu halinde onlarca yıl gündeme iliştirmek, gerçekten hayat tarzımızın bir parçası. Bu kriz konusu üzerinde kamplaşarak, birbirimizle gölge boksu yapmamız da, siyasetimizin doğasında var.
ÇÖZÜM YERİNE KRİZ
Yukarıda gözlemlerini aktardığımız diplomatın söyledikleri çarpıcı değil mi? Türkiye'nin tüm dış ilişkilerinde Kıbrıs hala bir engelleyici ipotek oluşturmuyor mu? Geçmişte defalarca olduğu gibi, bugün de Kıbrıs'ta çözüm arayışları iç politikamızın kamplaşmalarında birileri tarafından "Ver-kurtulculuk" biçiminde kullanılmıyor mu?
Ve bu arada Romanya ile Bulgaristan da bizi sollayıp, AB üyesi olmadılar mı?
Aynı durumu bizim "Güneydoğu Sorunu"muz ile "Kuzey Irak" bağlantıları yapılırken de görmekteyiz.
Türkiye'nin Güneydoğu Sorunu veya "Kürt Realitesi", Cumhuriyetimizin kurulduğu günden beri var. Belirli bir döneme kadar bunu bir "İç mesele" olarak kabul edip, bugünlere taşıdık. Ama şimdi bu sorun, Irak'taki ve Ortadoğu'daki yeni yapılanmalar dolayısıyla "Uluslararası mesele"nin bir parçası haline dönüştü.
Biz bu sorunu, Kuzey Iraklı Kürtlerin ve Amerika'nın hamlelerine dayalı olarak bundan sonra ele aldığımız takdirde, Kıbrıs'takine benzer bir "Dışarıdan yönlendirilme" durumuna düşmeyecek miyiz?
Kuzey Irak'taki oluşumlara ve Kerkük'e değinen Başbakan Erdoğan'ın iki gün önce AK Parti Grup toplantısında "Oldu-bittiye seyirci kalmayız" içerikli konuşmasına, dünkü Milliyet'te Hasan Cemal, asıl yapılması gerekenleri sıralayarak şu katkıda bulunmuştu:
SEYİRCİ KALMAK
"Başbakan Erdoğan'ın deyişiyle, oldubittiye seyirci kalmak istemeyen bir Türkiye ne yapmalı diye... Benim öteden beri çizdiğim bir çerçeve var. Bir kez daha özetliyorum:
(1) Türkiye' nin kendi Kürt meselesini çözüm rayına oturtması... Dağdakileri indirip ' sivil siyaset' yolunu açması...
(2) Kuzey Irak' a askeri bir müdahaleden kaçınması...
(3) Irak Kürtleriyle dostluğa dayalı bir ilişki yapısı geliştirmesi...
(4) Irak' ın toprak bütünlüğü, Kerkük' ün statüsü ve PKK' nın Kuzey Irak' taki varlığıyla ilgili konularda diplomatik çabalarını, çevre ülkeleriyle birlikte, hiç kuşkusuz ABD' yi, İngiltere' yi ve AB' yi de katarak sürdürmesi..."
Açıkçası sürekli "Derin devlet" üzerinde çeşitlemeler yaparken, arada bir "Büyük akıl" konusunu irdelemeyi de denemeliyiz artık.
Örneğin başı örtülü genç kızların üniversiteye girişlerinin yolu açılsa, siyasi gündemde "Sıkmabaş" tartışması da kalmayacak.. Ama siyasi ve toplumsal enerjimizi boşuna harcayacağımız böyle bir konuyu bitirmeyi de göze alamıyoruz.
Bizler burada sorunlarımıza çözüm üretmek yerine birbirimizle rejim kavgaları yaparken, Türkiye'nin kaderinin Papadopulos, Barzani ve Talabani tarafından yönlendirilmesine seyirci kalmanın ayıbı da, hepimize yetmez mi?