Türkiye'nin toplumsal gerçeğini "Anlamak" ile bu toplumsal gerçeği "Kınamak" arasında gidip geliyoruz hepimiz. Bazılarımız da anlamaya çalışmadan kınamaya kalkışıyoruz.
Somut örnek, yeni Merkez Bankası Başkanı'nın evinin kapısı önündeki erkek ayakkabılarından verilebilir. Bu ayakkabıların fotoğraflarına takılan Ertuğrul Özkök, Geçen gün Hürriyet'te şöyle yazmıştı:
- Başkan'ın evinin önündeki en tanıdık ama en çarpıcı unsurlar, kapıdaki ayakkabılar. Üçü de erkeklere ait. Üçü de çamurlu. Bir de, kadınının bu zavallı ve hüzünlü görüntüsü beni düşündürüyor. Rol modelleri bu kadınlar mı olacak?
Özkök bu görüntüye ilişkin endişelerini de şöyle seslendirmişti:
-"Acaba bu evin kadınları hiç mi dışarı çıkmaz" diye sordurtan bir görüntü. Evin girişindeki holde yere gazete kağıtları serilmiş. Kadının bakışlarında düşmanca veya fanatik bir ifade yok. Yani, "namazında niyazında bir Türk kadını" diyebilirsiniz. Dedim ya, bu fotoğrafa bakınca, öyle aklınıza "irtica hortluyor" gibi bir düşünce falan gelmiyor.
Öyleyse nedir seni rahatsız eden, daha doğrusu içine düşen o duygu? Ağır bir hüzün... Bir de endişeler... Acaba köylerden ve varoşlardan gelen bir "garibanizm ihtilali mi" yaşıyoruz. Acaba bu ihtilal "Beyaz Türklerin tasfiyesi sürecini mi başlattı?" Acaba "Beyaz Türkler" tasfiye edilince bu ülke daha mı güzel olacak?
Dün de yine Hürriyet'te Hadi Uluengin "Benim evimde ayakkabı çıkartılmaz. Hiçbir zaman da çıkartılmadı." dedikten sonra şu yargısını seslendirmişti:
Eğer istiyorsa her insan evinde pabuçlarını çıkartabilir ve paşa gönlü, daha doğrusu nasırlı topukları öyle çekiyorsa, derhal de takunyalarını giyer. Ama, o pabuçları dışarıda bırakmak söz konusu olduğunda, işte orada "D-U-R"! Dur, zira o "dışarı"sı; hele hele dairelerin "dışarı"sı kapıdan itibaren "kamusal"dır. Sırf mekân ortaklığından ötürü değil, "göz terbiyesi" açısından da "kamusal"dır!
Gizli mabet
Böyle durumlarda hep Ömer Seyfettin'in "Gizli Mabet" öyküsünü hatırlarım. Bir Türk evine konuk olan Fransız yazar, her akşam evin hanımının merdiven altındaki bir kapıyı anahtarla açıp, içeri kapanmasına bakarak, bu kapının arkasında bir gizli mabet olduğunu zanneder. Oysa orası evin kileridir ve evin hanımı, sucukların, reçellerin sayımını yapmaktadır her akşam.
Kentteki apartmanlarda yaşayanların dairelerine girmeden önce ayakkabılarını çıkartıp, merdiven sahanlığına bırakmaları, tabii ki kentli yaşamın görgü kurallarına aykırı.
Bunun nedenleri ise belli.
Birincisi bu davranış köy kökenlidir. Köylü evinde yerde yaşar. Yemeği siniden yer, yerde oturur, yere döşek serip yatar, namazını o yerde kılar. Çamurlu ayakkabıları ile o yere basmaz bu yüzden. Kente gelince de o alışkanlığını sürdürür. Çünkü kentler de köykent olmuştur. Sokaklar çamurludur.
Neden kiliseye girerken ayakkabı çıkartılmaz da camide çıkartılır? Çünkü ibadetin şekli farklıdır. Hıristiyanların ibadetinde secde yoktur.
Tabii ki doğru olan ayakkabıları koymak için ortak alan sahanlıkların değil, evin içindeki bir mekânın kullanılmasıdır. Ama mimarlar bunu düşünmemiş ve kapı açılınca doğrudan salona girilen evler yapılmıştır.
Hilton'un kapısında
Bana geçenlerde bu duruma ilişkin daha çarpıcı bir olayı anlattı bir arkadaşım.
Elazığ'ın eşrafından bir kişi ilk İstanbul gezisinde Hilton Oteli'ne davet edilmiş. Arkadaşları otelin kapısından girip ilerlemişler. Bakmışlar o kişi yanlarında değil. Dönüp arayınca, onun Hilton'un kapısında ayakkabılarını çıkartmaya çalıştığını görmüşler.
Aslında son yarım yüzyıldaki yoğun kentlileşme olgusunun özünde, Türk toplumunun yerden 30 santim yükselmesinin öyküsü var. Döşekten somyaya, minderden sandalyeye, siniden yemek masasına yükseliyor kente gelen kırsal kesim insanı. Bazıları bunu anlayıp, yatak ve mobilya endüstrisine yöneldiler. Bazıları da, olayı türbandan kapı önündeki ayakkabılara indirerek anlamaya çalışıyor.
Demirel'in yıllar önce Tuzla'daki evinde çekilen fotoğrafını hatırlar mısınız?
Lacivert giysisini, güzel bir kravatla renklendirmişti. Ama masanın altındaki ayaklarında tokyolar vardı.
Bir de garip çelişkisi var bu modernleşmenin. Şimdi "Gariban" olmayan kadınlar da, sokağa çıkarken terlik giymiyorlar mı?
Avrupa'nın sanayi devrimi sürecinde 150 yıldaki kentleşmesini, siz 50 yıla sıkıştırırsanız, kapıların önündeki ayakkabılara böyle takılırsınız.
Adam köyden gelip zengin olunca, köyde kalan yeğeni Ahmet'i bir haftalığına apartman katına davet etmiş. Salona Ahmet için döşek sermişler. Gece sıkışmış Ahmet. Mahçup bir delikanlı olduğu için amcasını veya yengesini uyandırıp "Hela nerede" diye sormaya utanmış. Salondaki saksıda duran kaktüsü, kökü ve toprağıyla çıkartıp, ihtiyacını saksıya ederek gidermiş. Ertesi sabah da "Beni köyden çağırdılar" diyerek, veda edip ayrılmış.
Bir ay sonra köydeki mahcup yeğene bir telgraf gelmiş kentten. Şöyle yazılıymış telgrafta:
- Oğlum Ahmet, nereye ettinse acele telle. Bir ayda üç ev değiştirdik, kokunun kaynağını bulamadık Amcan
Çetin Altan
Aslında Türk toplumunun kentleşme sürecindeki kente uyumsuzlukları sadece kapı önün deki ayakk abılarla kalsa, işimiz çok kolaydır. Saatte 5 kilometre süratle giden kağnıdan, 150 metreye 3 saniyede ulaşan turbo otomobillere geçen bir toplumda, yayaların da sürücülerin de fren mesafesini ölçememeleri, daha trajik sonuçlar vermiyor mu?
Veya "Devlet"i yüzyıllar boyu "Jandarma Devlet" gibi gören bir bilgiyi genlerinde taşıyan yeni kentlilerin, siyasi ve hukuki tartışmalarda bile hep "Acaba asker ne diyecek" merakı içinde, gözlerini ve kulaklarını Ankara'ya döndürmeleri, kapı önündeki ayakkabılardan daha ilgi çekici bir toplumsal davranış biçimi değil mi?
Ah Çetin Altan ah. Hepimizi piyano çalan ve tenis oynayan köylülerin hayaline endeksledin yıllarca. Şimdi o köylüler evlerinde piyano çalarken pedallara çorapla basıyorlarsa veya ya tenisi terlikle oynuyorlarsa diye endişeleniyoruz galiba.
Bu yazıyı en doğru biçimde bitirme şekli, şimdi rahmetli olan bir meslek büyüğümüzün 1950'lerde başlayan kentleşmeye karşı seslendirdiği tepkiyi tekrarlamak olabilir belki:
- Eskiden Kadıköy vapurunda herkes birbirini tanır, selamlaşırdı. Şimdi kimse kimseyi tanımıyor. "Halk" geldi, "Vatandaş" rahat rahat denize giremez oldu. Bu gidiş iyi gidiş değil.