Fenerbahçe ile Shalke 04 arasındaki maçı, bir Fenerbahçe taraftarı olmamama rağmen nefes nefese seyrettim. Nasıl Orhan Pamuk'un her söylemini paylaşmamama karşın onun Nobel'i alma ihtimalini yüreğim çarparak istedim ve beklediysem, Fener'in 1-0 önde bitirdiği ilk devreyi, ben de heyecanla kutladım.
Ama herkes benim gibi değil. Fanatiklik başka türlü bir dürtü.
Örneğin bu maçtaki Fener Stadı'nın havasını veren Emre Aköz, önceki gün stadın görkemini anlatmak için şöyle yazmıştı:
- Şükrü Saracoğlu localarında Avrupa maçı seyretmek artık bir prestij göstergesi haline geldi. Bazı localarda maçtan önce ve devre arasında son derece iddialı tavla partileri oynanıyor. 'Yancı'ların 'Kıracağına şeş kapısını alsaydın ya...' türü müdahaleleriyle bu karşılaşmalar da acayip heyecanlı oluyor. Tavlanın şanstan ibaret bir oyun olduğunu sanan G.Saraylı Mehmet Barlas gelsin de, hem iyi stat nasıl olur, hem de iyi tavla nasıl oynanır görsün.
Aköz'ün bu satırlarını okuyan fanatik Galatasaray'lı bir arkadaşım şöyle dedi:
- Fener'in maçları öylesine heyecansız olur ki, Saracoğlu Stadı'na gidenler sade devre aralarında değil maç sırasında da tavla oynamaya devam ederler. Ali Sami Yen'de ise tavla mavla yoktur, sadece futbol vardır.
Ben bu fanatik Cimbomlunun iğnesini tabii ki ciddiye almadım.
Zaten bu fanatiklik de can sıkmaya başladı artık. Çünkü futbolcular global ölçüde takımdan takıma geçerlerken taraftarların bir takımı ölürcesine tutmaları, bu sporun en büyük paradoksunu oluşturmuyor mu?
Ama bence bu da futbolun uygarlaşmasını getiriyor.
Örneğin Fener'in yıldız isimlerine bakın:
- Luciano, Aurelio, Nobre, Alex, Anelka, Appiah... Teknik direktörü de Daum.
Bu futbolcuların Kadıköylü veya Kalamışlı olmadıkları kesin. Hepsi özellikle Avrupa kupalarında öylesine kendilerini ortaya atıyorlar ki... Bu hem maçların kalitesini yükseltiyor, hem de bu oyuncuların uluslararası futbol piyasasındaki değerleri artıyor. Gelecek sezona yüksek bedelli transferlere konu olmaları böylece sağlanıyor.
Shalke 04 takımında sadece kaleci Alman değil miydi? Aslında sade futbolda değil her alanda evrensel olan yerele, değerli olan önemli olana ağır bassaydı, herhalde gerginlikler de farklı olurdu.
Örneğin şu andaki YÖK Genel Kurulu'nu oluşturan isimler arasında, bazıları Nobel kazanmış uluslar arası ölçekte bilim adamları da mesela yüzde 40-50 oranında bulunsaydı. Bu durumda YÖK herhalde sürekli "Rejim elden gidiyor" kavgası yapmak yerine, mesela "Dünyadaki bilimsel araştırmalar alanında neden geriyiz " veya "Her yıl neden milyonlarca genç üniversite kapısında yığılıp kalıyor" konularına takılırdı.
Aslında bir dönemde üniversiteler de böyle, bugünün futbol takımları gibi uluslararası isimleri kadrolarına almışlar. Örneğin Hitler Almanya'sından kaçan profesörler bizim üniversitelere gelmiş. O zaman üniversiteler çok uluslu, futbol kulüpleri ise tek milliyetliymiş.
Şimdi tersi oluyor. Çok uluslu Fenerbahçe Avrupa kupalarını hedef alırken, bizim üniversiteler Ankara'daki rejim ve iktidar kavgalarına kilitleniyor.
Aslında siyasete de AB dolayısıyla uluslararası ölçüler gelmekte.
Bu gidişle sadece üniversiteler yerel kavgaların fanatikleri ile baş başa kalacak sanki.