"İki bacağı kesilmiş bir Türk askeri kendisine sığınacak tenha bir köşe bulmak için kalabalığın içinde bin zahmetle sürünerek tramvayın ön sahanlığına geçmeye çalışıyor.
Tam bu sırada, bir durakta, içeriye doğru şuh, fıkırdak bir kız girdi, yanında bir İngiliz zabiti vardı. Oturmak için yer aradılar. İngiliz zabiti kırbacının ucuyla önden üçüncü sırada oturan iki kişiye kalkmalarını işaret etti. Kız, gülerek açılan yere doğru yürürken kısık sesli bir feryat koptu. Bu yerde sürünen zavallı askerin sesiydi. Kız iskarpinlerinin sivri topuklarıyla bu askerin tek dayanağı olan ellerinden birine basmıştı. Lakin utanmaz kız bu hareketinden hiç sıkılmadı ve deminki sırnaşık yüzü sert bir ifade alarak ayaklarının dibindeki hazin insan kalıntısına baktı.
Ne acayip, diye söylendi. Bu haldeki adam da tramvaya biner mi?"
***
Şimdi niye bu satırlarla yazıma başladım, anlatayım...
30 Ağustos'u valslerle, 9 Eylül'ü sirtakiyle kutlayanları (!) görünce, kalktım kitaplığımda Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun "Sodom ve Gomore" romanını aradım. Buldum. O günden beri ara ara karıştırıyorum.
Yukarıdaki satırlar da romandan...
Malum, ilk baskısı 1928'de yapılan roman İstanbul'un işgal yıllarında şehrin "seçkin" aileleri, ikbal düşkünü tipler ve işgal kuvvetleri subayları arasındaki dejenere ilişkileri müthiş sarsıcı bir gerçekçilikle anlatır.
Romanın adı ile anlattıkları birbiriyle tam olarak çakışır.
Anadolu'daki savaş, İstanbul'un bu kesiminin umurunda bile değildir. Hayatları balolar, davetler, valsler, balelerle doludur.
Hani kimi pazar günleri eski romanlardan, eski dilin çeşnisinden söz ediyorum ya, bu sefer de Sodom ve Gomore'yi hatırlatayım istedim.
***
Bir İngiliz subayını baştan çıkartarak kendine şahane bir hayat kuracağını sanan romanın ana karakteri Leyla nihayet Avrupa'ya gider ama korkunç hayal kırıklıklarıyla döner. Döndüğünde Anadolu'daki istiklal mücadelesi yükselmiş ve İstanbul'un çehresi de değişmiştir.
Yakup Kadri, Leyla'nın "sersemliği"ni şöyle tasvir eder...
"Bu genç Türk kızına Türk'ün zaafı gibi Avrupa'nın gücü de hiçbir şey söyleyemezdi. Onun gözünde İngiltere nasıl tanıdığı beş on İngiliz'den ibaretse, Türkiye'nin sınırı da kendi yaşadığı muhitin çemberinden daha geniş değildi. Onun içindir ki, kendi bildiği memleketin dışında bir memleket çıkıverince bütün manasıyla gurbetzede ve serseri bir insan haline gelivermişti."