Gecenin çok geç vakitlerinde bile kokoreççiler, midyeciler, tavuk dönerciler önünde kuyruk yapanlar...
Avm'lerde zincir hamburgerciler önünde bayram havasına giren kalabalıklar...
Büyük caddelerde adım başı açılan baklavacı ve künefecilerde mola verenler...
Şehrin her köşesinde bu görüntülerle karşılaşıyorum.
Sonra eş dost muhabbetlerine kulak verince ve sosyal medyada giderek artan sıklıkta yazılıp çizilenlere bakınca tam tersi bir tablo karşıma çıkıyor.
O da şöyle...
Tatlı ve tuzluya son.
Doğru ve yanlış beslenme şeklinde keskin bir ayrım yapıp birinciye ilaç, ikinciye zehir muamelesi.
***
Ne bu?
Bir tür
sosyolojik ayrışma mı?
Hatta bu tablo bize yeni tip bir
seçkinlik arayışıyla "hayat bildiği gibi gelsin"
diyen
avam teslimiyetinin çatışmasını
gösteriyor olabilir mi?
Bir bakıma öyle...
Ama gözlemlerim "
seçkin ve sağlıklı diyet" tayfasının bazen
sabaha karşı evden çıkıp tanıdıklara çaktırmadan midye dolması kuyruğuna girdiklerini düşündürüyor!
Peki sağlıklı beslenmeye karşı mıyım? Asla!
Ruhumuzu "katılaştırmamak" şartıyla metabolizmamız için bu beslenme tarzını şiddetle destekliyorum.
Ancak ciddi bir sorun var.
Malum, çağımızın insanı saçının telinden tırnağına kadar endişe hastalığından muzdarip...
Buna şimdi bir de
özel diyetlerin disiplin takıntısı, besinleri düşman gibi görme endişesi ve iyi yiyeceği seçme huzursuzluğu ekleniyor.
***
Uzun ve önemli konu...
Fakat bugünlük sadece şu temel noktayı zihnimizde sorgulamaya açmak istiyorum...
Global gıda endüstrisi ülkeleri silindir gibi ezip geçiyor.
Geçtim, şekeri, şunu bunu...
Laboratuvarda üretilmiş "
temiz et" gibi akla hayale sığmayacak gelişmelerin ürüne çevrilip market raflarına çıkmasına çok az kaldı.
Devletler ve kitleler bu endüstrinin oyuncağı...
Peki medya ne yapıyor?
Endüstriyi gözden kaçırıp "sağlıklı beslenme" kültürü üzerinden
bütün yükü tek tek insanların üzerine yıkıyor.
Reva mıdır bu?
Sonuç alınabilir mi?
Dahası, bu yolla esas problemin üstü örtülüp gizlenmiyor mu?