Kimi görsem, soğuk algınlığından, üzerindeki "kırıklık"tan yakınıyor. Ne yalan söyleyeyim, her seferinde içimden "emin misiniz?" diye geçiriyorum. "Aslında bir alınganlık, kırgınlık olmadığına emin misiniz?"
Çünkü şehir hayatı, işler, güçler, sorumluluklar, koşturmacalar, yetişkin olmanın ağırlığı falan böyle ruhsal tutuklukları pek hoş karşılamıyor. Şöyle bir "kenara çekilme", azıcık "durma" arzusunu kendi kurduğumuz düzen elinin tersiyle itiyor.
O zaman hayal kırıklıklarının itirafı yerine kaslardaki kırıklık hissi geliyor!
İlginç olan da şu...
Daha bir ay önce hepimiz gripten yakınıyor, grip virüsünden köşe bucak kaçmaya çalışıyorduk.
Hastanelerin acil servisleri dolup taşıyordu.
Şimdi sıra soğuk algınlığına geldi.
Her şeyden önce, soğuk havanın varlığından alınganlığa!
Şehir hayatı dedim, soğuk algınlığı, grip dedim ya...
İngiliz romancı ve eleştirmen Geoff Dyer'ın yakınlarda okuduğum "Bir Hışımla" adlı kitabı geldi aklıma.
Edebiyat eşsiz bir şey.
Şehir hayatı üzerine tonla araştırma ve inceleme kitabının anlatmaya çalışıp da bir türlü aktaramadığı şeyleri edebiyatçı bir çırpıda dile getiriveriyor.
Londra'nın hastalıkları seven ve yayan havasını anlatırken şöyle diyor Dyer: "İnsanlar soğuk algınlığına yakalandıklarını söylerlerse bu turp gibi sağlam oldukları anlamına gelir. Onun yerine grip olduğumuzu söylüyoruz. Grip olduğumuzu söylemek şehir hayatının ortak şartına uymak gibi bir şey. Hepimiz her zaman gribiz."
Dyer bunları söyledikten hemen sonra sözünün hedefini tam on ikiden vuruyor.
"Bir yıldan beri ne soğuk algınlığına yakalandım, ne de grip oldum. Burnumu bile çekmedim. Çünkü ne işim, ne eşim, ne çocuğum var. Bir işe girebilseydim, yılda en az dört kez grip olurdum."