Tamam! Kendini bilme!
O zaten senin için uzun, sarp, meşakkatli bir yol.
Hem "kendi" (nefs/benlik) konusunu nereden bakarak ele alacaksın, bilmem ki!
Çünkü aklın gidip gidip geliyor.
Günümüzün canı çarçabuk sıkılan insanısın; sabretsen, azmetsen ne güzel olur ama büyük ihtimal daha başta ilgin dağılacak, kafan bulanacak.
Bir süre o dergâhtan bu dergâha ezeli hikmet yolunda mesafe almaya çalışıyorsun, sonra bir bakıyorum ki "yaşam koçları"nı sıraya diziyorsun.
Bir gün "ah şu egolar, egolar!" diye yakınıyorsun (hem niye bu çoğul söyleyiş Allah aşkına! Biri kesmiyor da, onun bile fazlasını mı istiyorsun!) ertesi gün herkesi "kendini şımartmaya" çağırıyorsun falan...
Böyle ne çok şey var; dilinden hiç düşürmüyorsun ama bir an durup düşünmüyorsun.
***
Ne dedim yazının başında...
Kendini bilme! Buna da kabul!
Şimdi devamını getireyim...
Fakat ne halt ettiğini bil!
Kendini tanımasan da olur, zaten işe güce teslimiyetin buna izin vermeyecek.
Ama hiç değilse,
davranışlarının sonuçlarını tanı!
Yani
ilişkide olduğun insanlara, hayata, dünyaya ne yaptığını bil!
Nasıl kalp kırdığını, nasıl acı çektirdiğini, nasıl hak yediğini falan hani...
Sıkıntı orada!
Hem insan "
nefs"ini izole edilmiş bir laboratuvar ortamında tanıyamaz.
Başkalarıyla ilişkilerini hak ve merhamet ölçülerine uydurmaya özen göstermeden insanın "
iç"ini tanzim etmesi mümkün mü?
Davranışlarımıza "
oldu bir kere!" deyip geçilecek şeyler olarak bakıyorsak, asla "
ol"amayız!
***
Neyin nesi bu yazı, diyeceksiniz şimdi...
Hepimizin nedense kendi iyiliğinden emin olduğu fakat
birbirine karşı muazzam bir kayıtsızlık içinde boğulduğu modern hayatımıza dair bir hesaplaşma sayın!
Geçen gün bir şeyler okurken karşıma çıkan bir anekdotla yazımı noktalayayım...
60'lı yıllarda bir gün Cağaloğlu'ndaki Işıklar Kitabevi'nde
Necip Fazıl'ın da bulunduğu bir grup sohbet ederken, üstat birden esip köpürmeye başlamış. Sonra da kitabevinin sahibi
Abdullah Bey'e söylenerek kapıyı vurup gitmiş.
Ertesi gün
İstanbul kar, tipi, göz gözü görmüyor.
Sabahın köründe Necip Fazıl kitabevinin kapısında bitmiş.
O Necip Fazıl ki, imanla kavrulan kalbine karşılık başkalarına temas eden ellerini hep snob eldivenler içinde sakladığı söylenirdi.
Abdullah Bey'e bakıp içini çekerek "
ben seni dün çok üzdüm galiba" demiş. Çay içme teklifini de "
hakkını helal et, ben sade bunun için gelmiştim" diye geri çevirip geldiği Erenköy'deki evine dönmek üzere yola koyulmuş.