Kalın kabuğunun en pürtüklü yerinden iki parmağımla tutup çektim.
Bazı yerleri bal rengi bazı yerleri koyu kahverengi ana gövde önce sakız gibi esnedi, sonra kalın kabuğun içinde saklanan tok yumuşaklık kopup ayrılıverdi.
Birden mis gibi taze ekmek kokusu yayıldı ortalığa.
Hamurun gözenekli noktalarından çekirdeği alınmış birkaç siyah zeytin tanesi döküldü.
Bir saçak dil peyniri, bir dilim domates ve bir lokma ekmek...
İşlenmemiş buğday ve ekşi mayanın benzersiz tadı damağımda kalıcı olsun istedim.
Sonra içimden bu anı yazmak geldi.
Keşke uzun uzun anlatsaydım.
Bu ekmekten, ekmeklerden, ekmeğin katıksız güzelliğinden bahsetseydim.
Nimetin cevheri, emeğin hası işte oradaydı.
Eskiden böyle şeylerden ne çok söz açardım. Şimdiyse bu konulara değinmek yanlış, yersiz bir şey yapıyor, gevşek davranıyor, çok daha önemli konuları atlıyormuşum gibi geliyor.
Varlığına hamd edilecek, yere düşmesine izin verilmeyecek, düştüğünde öperek kaldırılacak bir güzelliği kelimelerle ifade etmeye çalışmak yersiz, zamansız olabilir mi?
***
Şimdilerde yazarken tedirgin olmaya başladığım bir başka konu da düpedüz
insan ve insanlıktan söz etmek.
Yok! Öyle "
büyük insanlık" falan değil tabii.
Hali tavrıyla
küçük, kendine rağmen içsel değeriyle
büyük insanı içine alan meseleler yani.
Ömrümü onu yaşayıp öğrenerek geçirdim ve yıllarca yazılarıma konu ettim.
Geçenlerde bir dostum "
insanı sorgulamayı bıraktın!" demez mi!
Sonra açıkladı tabii: "
Bizi mahveden küçük yalanlarımızı deşmeyi bıraktın, sosyal ve siyasi meselelere gömüldün de, n'oldu yani! Nihayetinde
beyazı, esmeri hepimiz aynı hamurdanız; konuşmamız gereken çok meselemiz var."
Tamam, dedim ona, geçmişteki konularıma döneceğim, az kaldı.
Fakat kendi lafıma kendim de inanamadım.
***
Neden?
Bunu ben değil de,
Erol Göka anlatsın.
Dün
Yeni Şafak'taki yazısına Erol Hoca kendisinin de toplum gibi
yorulduğunu söyleyerek başlamıştı. Artık siyasetten ziyade
asıl zihni uğraşlarına, felsefeye, psikolojiye, maneviyata dönmeyi, oradan bakarak hayatımızı mercek altına almayı planladığını anlatıyordu. Artık "kendi işine bakacak"tı.
Sonra 10 Ekim ve ardından yaşananlar geldi.
Şöyle bitiriyordu yazısını: "Ankara katliamı beyazların lüksüne sahip olamayacağımız gerçeğini bir kez daha yüzüme çarptı...
Bu katil sürüsü olduğu sürece demokrasiyi ve siyaseti savunmak birinci vazifemiz... İnsan zamanının çocuğu... Doğduğumuz şartlarla imtihan oluyoruz."