Yaz başında bir akşamüstü... Boğaz kıyısında bir çay bahçesindeyim.
Beş yaşlarında bir oğlan masaların arasında kedi kovalıyor.
Sarman ve şişman kedi oralı değil aslında. "Çocuktur, kontrolsüzdür, kendine bir zarar vermesin" havasında önce ağırdan alıyor, çocuk yanına iyice yaklaştığında çevik bir hareketle yerini değiştiriveriyor.
Ben neşeyle onları seyrederken karşı kıyıdan gelen vapur bir grup insanı iskeleye bırakıyor.
Gelenler ikişer, üçer masalara dağılıp çay söylüyor ve o günkü mesaileri hakkında laflamaya başlıyorlar.
Bir anda bütün masalardan aynı coşkulu konuşmalar yükseliyor.: "Çağırıp dedim ki, sen kimsin ya?"; "Bana bak, dedim, ona; burası senin çiftliğin değil!"
Belli ki gün hırpalayarak geçmiş.
Sözlere bakılırsa, herkes iş yerinde birilerine haddini bildirmiş, ayar çekmiş, ders vermiş...
Öyle mi gerçekten?
O sırada anlıyorum ki, kimse içinde biriken kızgınlıkları ve hayal kırıklıklarıyla evine girmek istemiyor.
Mesai denilen şey,"temize çekilerek" kapatılması gereken kirli bir zaman dilimi sanki.
Bunun için seni dinleyen bir arkadaş ve biraz da dedikodu sosu yetiyor!
"İş yeri" deyip geçmemeli, nereye gidilse, arkadan geliyor.
O arada dikkatimi çekiyor...
Aralarından biri bile akşamın Boğaz'ın üzerine serdiği şahane eflatun örtüye bakmıyor.
Böyle bir güzellikle uğraşacak halleri yok!
Hafta sonu tatilinde icabına bakılacak bir ayrıntı o.