Kanlıca'nın hep gölgede kalan küçük meydanını seviyorum. İskender Paşa camii ve türbesinin meydana kattığı ağırlığı; akşamla birlikte çay bahçelerine inen hüznü seviyorum.
O yüzden birkaç gündür Çubuklu'dan ya da Anadoluhisarı tarafından Kanlıca'ya yürüyüp meydandaki çay bahçesinde soluklanıyorum.
Fakat ne zaman o içimi bulandıran kahverengi plastik masalardan birine otursam aklımda hep aynı soru beliriyor...
Buraları sahiden Yahya Kemal'in, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın anlattığı yerler olabilir mi?
Bu soruya zihnimde kesin bir cevap veremeden yanı başımdaki masaları yoğurt yeme iştahıyla sabırsızlanmış kalabalık gruplar dolduruyor.
Karşıda Emirgan'a, başımızın üzerindeki ağaca, arkamızdaki camiye bakan o kadar az ki!
Şimdi bu satırları yazarken mesela...
Fazla pohpohlanmaktan hindi gibi kabarmış on bir, on iki yaşlarında bir oğlan "benim yoğurdum nerede kaldı?" diye garsonu azarlıyor, annesi de başını okşayarak yatıştırmaya çalışıyor.
Birazdan kalkıp tenha arka sokaklarda dolaşacağım. Biliyorum, bu bana daha iyi gelecek.
***
Yoksa en güzeli bir çay bahçesinde oturmak yerine
ağır ağır ve durmadan yürümek mi?
Gezinti kültürünün babası
Robert Walser etrafa dikkat ve sadakatle bakarak yürümenin insanın "
kendinden sıyrılıp merhamet ve yakınlık duygusuyla dolmasına yol açtığını" söyler ya, haklı sanırım.
Geçen gün Çubuklu sahilinde yürürken, geçtiğimiz yıllarda ruhen kopup gittiğim
İstanbul'a yeniden bağlanmaya başladığımı hissettim.
Aşkla mı? Üzgünüm, hayır!
Derin bir merhametle bağlanıyorum.
Ve fark ediyorum ki, bizim onca gürültü patırtımıza rağmen Boğaz'ın hâlâ kendine ait bir musikisi var.
Hani
Tanpınar'ın çok çarpıcı biçimde tespit ettiği şey...
"
Güneş Boğaziçi'nde doğup batmaz.
Tıpkı hoparlörle dışardan dinlenen bir opera gibi, bütün hareket adesenizin dışında kalır, siz sadece musikiyi duyarsınız. Her iki kıyı birbirine saatlerin aynasını tutar."
***
Çengelköy sevgim biliniyor.
Son zamanlarda
Küçüksu Kasrı'nın yanı başındaki kahveye de sık uğruyorum.
Yağmur damlaları tepemizde tıkırdarken geniş camların ötesinde uzanan Boğaz'a bakmak beni sakinleştiriyor.
Fakat düşünüyorum da,
Tanpınar ve nesli bize artık ne kadar uzak!
Ne çabuk açılmış aramız.
Mesafe ne kadar büyümüş.
Tanpınar İstanbul'u, Boğaziçi'ni yazarken durup "
en iyisi, bırakalım hatıralar içimizde konuşacak saati kendileri bulsunlar" diyebiliyordu.
Bizim öyle dişe dokunur, derinliği olan, sanatkârane hatıralarımız var mı?
Ne gezer!
Hep telaş, hep sonu belirsiz bir yer kapma kavgası!