Bu taraftar neye taraftar?" diye sorduğum yazımın üzerinden sadece altı ay geçmiş.
Cevabım yalansız dolansız ve netti:
"Düşmanlığa taraftar!" Tekerlekli sandalye basketbol maçındaki rezilliklerden sonraydı.
Bakan Suat Kılıç yine pek düzgün Türkçesiyle çıkıp "seyircinin de makbul olanı zeki, çevik ve aynı zamanda spor ahlakına sahip olanıdır" demişti.
Oysa parlak sözler gerçeğe teğet bile geçmiyor!
Çünkü ne spor kaldı, ne de spor ahlakı!
Bildiğimiz ahlaka gelince...
Kazanma pahasına adaletsizliğe razı olmanın, takım aidiyeti uğruna insanlıktan çıkmanın ahlakı olabilir mi Allah aşkına!
***
Derbi gecesi gencecik bir can daha forma uğruna kaybedilince, futbol medyası isyan etti. Demek ki,
bardağın gerçekten taştığı noktaya gelmişiz.
Şimdi kimsenin içinden ne yazmak, ne konuşmak geliyor.
İlk kez bu kadar sert biçimde gerçekle hesaplaşıyor futbol yorumcuları. "
Yoksa biz istemeden de olsa şiddeti mi körüklüyoruz? Yoksa bu pis düzen en masum maç yorumlarımızı bile kötülüğe mi alet ediyor?" diye soruyorlar.
Endişelerinde haklılar.
Çünkü öyle oluyor.
Nihayet zarardan dönme zamanı gelmiştir.
Neresinden dönsek kârdır.
Fakat dönebilir miyiz acaba?
***
Meslektaşlarımı ve okurlarımı yanıltmak istemem.
Ben pek umutlu değilim.
Bizim futbol endüstrimiz sürekli gaza getirdiği taraftarın sırtına basarak ayakta kalıyor.
O yüzden
herkes tribüne oynuyor! Kulüp yönetimleri bütün usulsüzlüklerini taraftarın formasıyla kapatıyor.
4 trilyon alan futbolcu hiç utanmadan cebinde 4 lira bulunmayan tribündeki adamı kışkırtıyor. Topu yakından görse karakola götürecek siyasetçiler bile takım kaşkolleriyle kürsülere çıkıyor.
Hiçbir konuda anlaşamayan partiler bir kulübün taraftarlarını kaybedebiliriz korkusuyla yasa değiştiriyor; suçluları cezadan kurtarıyor.
Şimdi bu tabloya bakıp söyleyin...
Taraftarlık adı altında şımartılmış düşmanlık ortamından kolayca sıyrılabilir miyiz?