"Dengesiz tip" deriz onlara...
Çoğu zaman "bize dokunmasınlar da ne halt ederlerse etsinler" mantığıyla yaklaşırız.
Sosyal ahlak normlarına uymazlar. Normal sandığınız anda anormal; yumuşak sandığınız anda barbar yüzleri ortaya çıkıverir.
Sürekli huzursuz ama bir taraftan da "köpek yavrusu" kadar sokulgandırlar. Şirinlik yaptıklarında yüreğimiz yufkalaşır, günün birinde akıllarını başlarına alabileceklerine inanıveririz.
Uzmanlara danışsak, "antisosyal karakter" diyeceklerdir.
İçimize danışsak, altı üstü "manyağın teki"dir işte!
***
Niye bu konuya dalıverdim, şundan...
Şu anda sinemalarımızda gösterimde olan
The Master/Üstad filminin ana karakteri
Freddie Quell de böyle biri işte.
Uyduruk bilimkurgu tezlerden yeni bir "
din" çıkarmaya başlayan "
Üstad Lancaster Dodd"un yanına kapılanan
Freddie Quell.
Film bir "
yeni çağ inanışı"nın (örtülü biçimde Scientology tarikatının) doğuşunu anlatır gibi yapıyor ama aslında seyircinin önüne
çok temel ve zor bir insani meseleyi getirip bırakıyor.
O mesele şudur...
En dengesizler bile, umutsuzca da olsa, denge arar.
Ve
hastalığın iyileşmeye, inançsızlığın inanca, yalnızlığın bağlanmaya duyduğu susuzluk kaçınılmazdır.
***
Freddie Quell dedim de...
Filmde
Joaquin Phoenix tarafından canlandırılıyor. Öyle bir oyunculukla ki, kaç Oscar verilirse hakkını bulur bilemem.
Üstad rolünde
Philip Seymour Hoffmann ve karısı rolünde
Amy Adams'ın başarılarının da altı çizilmeli.
Hemen her filmi vasatın çok üzerinde olan yönetmen
P.T.Anderson'a da şapka çıkartıyorum!
Bir dakika! Bir dakika!
Film eleştirmeni havalarına boş verip beni ilgilendiren noktaya geri dönmeliyim.
Filmin sonunda anlarız ki...
Üstad'ın çevresi
Freddie Quell'in kontrolsüz enerjisinden yararlanır ama onu "
iyileştirme"yi başaramaz.
Ona karşı müşfik tek kişi olan
Üstad sürekli "
sen hayvan değilsin Quell" diye uyarır ama topluluğun inanç ilkeleri, disiplini ve tabi tutulduğu eğitim
Quell'i
"insan"laştıramaz ve süreç dışlamayla sonuçlanır.
***
Sinemadan çıkarken çok sevdiğim bir filozofu;
Paul Feyerabend'i hatırladım.
Feyerabend de kendi deyimiyle "
içindeki barbarı" yatıştıramadan yaşlanan biriydi.
Çocukluğunda annesinin intiharını ve gençliğinde II. Dünya Savaşı'nın ruhunda bıraktığı izleri bir türlü silememişti.
Sosyal normlardan ölesiye nefret ediyordu.
Otobiyografisinde çok geç bir yaşta bir kadına aşkla bağlandıktan sonra nasıl "
iyileştiğini" şöyle anlatıyordu
Feyerabend...
"Anladım ki,
moral bir karakter asla fikirler, ilkeler ve eğitimle oluşturulamaz. Dengeyi mümkün kılan
muhabbet ve güvendir.
Sevgi bir kazanım değil, armağandır."