"Ne zaman bu şehirden kaçıp gitme isteği gelse, bir köşeye oturup geçmesini bekliyorum" diye yazan Cemal Süreya mıydı?
Bir kez alıp başını giderse, dönmeyeceğinden korkuyordu.
İnsan İstanbul'da bu duyguyu neredeyse her dakika yaşıyor ve gerekçesi ne gönül kırgınlıklarına dayanıyor, ne de kişisel bunalımlara!
Şehir bir canavar sanki.
Boğuyor, boğazlıyor insanı.
Yiyip bitiriyor.
Ah! O ekmek tekneleri! Hepsi hayatlarımızın hapishanesine dönüşüyor.
En düz biçimde sorayım: İşinden evine iki saatte varan insanların hayatında tat olur mu?
Bir gün bir servis minibüsünü kaçıracak insanlar!
Neye isyan ettiklerini bilmeyecekler ama sadece "yeter artık!" diye haykırırken bulacaklar kendilerini ve şoföre "sür arkadaş" diyecekler; "uzaklara doğru sür!"
***
Gece geç bir vakit
İstanbul'un dört bir yanını dolaşırsanız, kendinizi hikâyesi "
gelecek"te geçen bir Hollywood filminin içinde sanabilirsiniz.
Modern kuleler, yüksek duvarlı lüks konut siteleri, yanar döner ışıklarla süslü AVM'ler ve hemen ötede karanlığın içinde eski püskü, yıpranmış, mahalleler, cılız ışıklar altında sokak büfeleri, köşe başlarında elleri ceplerinde canı sıkılan gençler...
Gün ışığında ortaya çıkıyor. Bu şehirde bir "
büyüme" var, doğru!
Hatta şehrin durmadan "
yükseldiği" de bir gerçek. Kimileri var ki,
yükseklik korkularını otuz altıncı kattan gösterişli bir daire almanın
sosyal kibiriyle bastırıyor!
Ancak bütün bunlara
"gelişme" diyebilir miyiz?
***
Diyeceksiniz ki, metropollerin asıl çekici yanı
çok canlı bir sosyal-kültürel hayata sahip olmalarıdır.
Diyeceksiniz ki,
İstanbul kültür etkinlikleri alanında artık
Londra'yla,
Berlin'le yarışan bir metropol...
Hepsi doğru!
Fakat kendimden örnek vereyim...
Son zamanlarda bir konsere, oyuna, gösteriye veya ilgi çekici bir konferansa heveslensem, yol gözümde büyüyor, ayaklarım geri geri gidiyor.
Şimdi söyleyin bakalım...
Şehrin anaforunda sersemlemiş bir insanın zihnini açacak, kalbini ferahlatacak ve yol çilesini çekilir kılacak nitelikte kaç kültür etkinliği var? İki elin parmaklarını geçer mi?