Bir tren yolculuğu yapacağımızı düşünün.
Hızlı tren olsun; varacağımız yere çarçabuk varalım, isteriz.
Ama hızlı trende pencere kenarında oturmanın pek de keyifli olmadığını biliriz.
Evlerin, ağaçların, nehirlerin çarçabuk gözümüzün önünden akıp geçmesi canımızı sıkar.
Manzaranın tadını çıkartamayız.
Yavaş giden trende ise etrafı seyretmek keyiflidir fakat yol, git git bitmez. Bu da ayrı can sıkıntısıdır. Yoksa en iyisi, bazı istasyonlarda trenden inmek mi?
Hayat da aslında şu tren metaforunu andırır.
***
Dün
"durmak" konusunu bir daha ele almıştım, biliyorsunuz.
"Durmak" denilince, "bakmak" üzerinde de durmak gerekiyor.
Pek bilinen ve sevilen bir söz vardır:
"Bakmak yetmez, görmek gerek!"
Doğrudur. Ama önce bakacağız ki, sonra bir de beynin süzgecinden geçirip görelim!
Durmaya...
Ara ara durmaya bu yüzden ihtiyacımız var.
Öyle koşturuyor, öylesine koşturmaya ayarlanıyoruz ki, kafamızı önümüzden çevirip başka bir yana bakamıyoruz.
Kaldı ki,
sağlam bir bakış, tıpkı düşünebilmek gibi yavaşlamayı, hatta durmayı gerektirir.
Bilenler bilir...
Durup bakmak, saniyeler kadar kısa sürebilir ama çoğu zaman içinde
sonsuzluk kadar uzun bir
"aydınlık" taşır!