Akşamüstü iş çıkışı saati...
Yağmurun sabahtan beri şehrin canını yakan şiddeti dinmiş. Nem yüklü bulutlar gökdelenlerin tepesini örtmüş, öylece duruyorlar.
Trafikte bezmişim, yorulmuşum, uykuya dalmanın eşiğindeyim.
Yine de içimden hemen eve gitmek gelmiyor.
Bir çay bahçesi çekiyor canım.
Buluyorum. Çevresi ıslak masa ve sandalyelerle dolu çınarın altına ilerliyorum.
Garson durduruyor beni. "Ne olur ne olmaz abi" deyip tentenin altını gösteriyor.
Nitekim oturmamla yağmurun tekrar başlaması bir oluyor. Ama bu sefer öyle uysal yağıyor ki!
Tenteye vuran damlaların sesine takılıveriyorum.
Kaç gündür, varlığım kocaman bir yara sanki...
Acıyor, kaşınıyor...
Ve işte yağmur damlalarının tıkırtısı bir merheme dönüşüveriyor, bana ilaç gibi geliyor!
***
Biliyorsunuz; yıllardır yazıyorum.
Bu koşuşturmaca ve harala gürele içindeki gündelik hayatımızda hiç durup bakmıyoruz diye...
Oysa ilacımız şimdi pek moda olan "
yavaşlık" falan değil...
Basbayağı
durmak gerekiyor; göremediklerimizi görmek, hissedemediklerimizi hissetmek için...
Gerçek
tefekkürün kapısını açmak için...
Önce durup bakmak gerekiyor!
Çay bahçesinde oturmuş yağmurun tıkırtısını dinlerken hayatımızdaki bir başka "
eksiklik" kendini açığa vuruyor.
Dinlemiyoruz!
Sadece birbirimize değil, çevremizdeki bütün seslere kulaklarımız tıkalı!
Bir bariyer var sanki ve
şarkılardan, orta karar müziklerden, sözcüklerden başka hiçbir şey aşamıyor o bariyeri...
***
O an derinden anlıyorum, Baudelaire'in şiirindeki gibi...
"Bana sık sık yalan gelir olup bitenler
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken
Ama avutur ses... sakla düşlerini, der
Delinin düşü güzeldir bilgeninkinden."
Şehrin bir sesi var, nesnelerin sesi var, yağmurun, rüzgârın, denizin, ormanın sesi; sesleri var.
Neden korkutucu bir homurtu, çıldırtıcı bir gürültü gibi değerlendiriyoruz onları?
Durup iyice dinlesek oysa, ne çok şey değişecek belki de.
Çünkü
metafizikle fizik arasındaki o ince çizginin efendisidir ses. (Tam bu noktada izninizle büyük psikanalist Lacan'ın anısına bir selam çakayım!)
Ve nice
hikmetin yurdudur!
Bir kedinin gurultusu deyip geçelim mi mesela!
Kulak vermesini bilen için "
güven duygusu" hakkında küçük çaplı bir seminer gibidir.
***
Hava kararıncaya kadar oturuyorum orada.
İki çay... Üzerine sade bir kahve.
Sonra kalkıyorum.
Aklım tenteyi bir çalgı gibi kullanmayı sürdüren yağmurda kalıyor.
İçim ferah!
Evrenin büyük avuçlarının altında küçücük ama aynı zamanda biricik
varlığımı iliklerime kadar hissetmişim!
Eve gelince hemen arayıp
Chopin'in op 28. No 15 prelüd'ünü buluyorum. CD'yi müzikçalarıma yerleştiriyorum.
Doğrusu ya, "
Yağmur damlası prelüdü" diye bilinen bu yapıtı pek dikkatli dinlememişim.
Meğer ne kadar güzelmiş, şimdi fark ediyorum!