Büyüdüğümüzde bir çocuğa göre ne çok şey yaşayıp öğrenmiş oluyoruz, değil mi?
Nasıl da emin oluyoruz bildiklerimizden, düşündüklerimizden, inandıklarımızdan!
Hesapta öyle tabii! Ya gerçekte?
Bir kez ölümü öğrendikten sonra çocuk sürekli ölümle konuşur, bozuşur, barışır, tartışır.
Ama yetişkin insan öleceğini unutarak, hiç ölmeyecekmiş gibi yaparak yaşıyor.
Neyi niçin sevdiğini sorgulamaya hiç yanaşmıyor. Oysa çocukken kafasını yastığa koyduğunda ağaçların, kuşların, yeryüzünün, evrenin ve kendi varlığının anlamını merak ederdi!
Büyüdü ya...
Öğrendi, bildi ya birçok şeyi...
Çocukluğunda uykularını kaçırtan soruları artık umursamaz oluyor!
***
Ne garip değil mi?
Yedi sekiz yaşlarındayken
"var olma"yı dert ediyoruz; hatta sırf bu yüzden, sırf bir türlü işin içinden çıkamadığımız için
gözyaşlarımızla yastığımızı ıslatıyoruz da...
Sonra her şeyi
otomatiğe bağlıyoruz..
En güçlü inançlarımızı, en inatçı iddialarımızı, sevgilerimizi, nefretlerimizi... Hepsini alışkanlıkların pençesine terk ediyoruz.
Ah!
Bir çocukluğumuza dönsek...
O en naif ama en derin sorulara içimizi açsak...
Ne için geldik bu dünyaya? Ne yapıyoruz yahu biz bu dünyada? Bu gürültü neyin nesi? İnsanın yaşça ve hayat tecrübesi olarak büyümesi işte tam bu yüzden
bir nasırın büyümesi gibi aslında!
Duyarsızlığın, küntleşmenin, kalınlaşmanın, katılaşmanın büyümesi!
***
Bir dakika... Bir dakika!
Ben bunları yazmayacaktım ki!
Bal filmini seyrettim.
Onu yazacaktım.
Semih Kaplanoğlu'nun
Yumurta, Süt ve Bal üçlemesiyle bize hissettirmeye çalıştığı şeyi kendimce anlatmaya çalışacaktım.
Birden bunları yazarken buldum kendimi...
Neden peki? Anlatayım.
Üç film boyunca kahramanı
Yusuf'un olgun, yeniyetme ve çocukluk çağlarına eğilirken
Semih Kaplanoğlu...
O yukarıda sözünü ettiğim
insanın temel varoluş sorularını deşiyor.
Bağırıp çağırmadan yapıyor bunu, seyircisini itip kakmadan yapıyor.
Hele
Bal!..
Onca gerilimine karşın
sevecen ve hüzünlü bir okşayış gibi bu film...
***
Bal'ı seyretmeyen çok şey kaçırıyor bence.
Ben filmi izlerken salonda on kişi vardı. Salonun tümünün dolmasını beklemek saçma olurdu elbet! Ama keşke otuz kişi olsaydı.
Otuz şanslı kişi!
Ha! Bir de
Yumurta'yı,
Süt'ü (Süt'ün hem senaryo açısından hem de sinematografik problemleri vardı, orası kesin!) yerden yere vurup
Bal'ı göklere çıkartanlar var.
Bence
onlar Bal'dan çok, küçük Yusuf'u sevmişler ya, haydi neyse...