Güneş, Karaburun'la Foça arasındaki ufuk çizgisinde ağır ağır suya batarken...
Ve akşam eflatun bir şalla örterken gökyüzünü...
Kuvvetli poyrazın denizden alıp fırlattığı suyun arabanın ön camından süzülüşüne büyülenmiş gibi bakarak Urla İskelesi'ne doğru yol almak...
Bu bana yeter işte!
Daldal'ın Kahvesi'nin önündeki meydana park edip dışarı çıkınca derin bir soluk alıp havadaki iyotu içime çekmek...
Rıhtımda sıra sıra dizilmiş alçakgönüllü ve dost lokantaların ışıklarına uzaktan şöyle bir bakmak...
Ve benden önce gelip bir masaya kurulmuş Dilara ve Ünal'ı görünce içimde yükselen çocuksu neşe...
Yeter bana bunlar!
Bundan sonrası yok, dense hani...
Nokta konsa...
İtiraz etmem sanki!
Hele o kediler...
Balıkçı barınaklarını, sahil lokantalarını mucizevi bir dokunuşla Tanrısal bir güzelliğe kavuşturan sokak kedileri...
Ben üzerine azıcık pul biber serpilmiş yeşil zeytin tanesini ve zeytinyağlı kaya koruğunu tadarken yukarı uzanıp yumuşacık patilerini dizime değdiren ve "hani bana?" der gibi bakan tatlı şeyler...
Ve kedilerden konuşurken birer birer hatıraları sökün eden eski sevgililer, aşklar, sevinçler, hüzünler...
Kediler ve sevgililerle aynı cümle içinde yer alan sevdiğimiz romanlar, yazarlar, şairler, şiirler...
Bana yeter bu güzel akşam!
Moda olmuş tatil kasabalarının allı pullu havasından uzak, neredeyse salaş, ısrarla ihmal edilmiş fakat belki de bu sayede hep "hakiki" kalmış Urla İskelesi'nde geçen şu birkaç saat...
Bu muhabbet yeter bana!
Hani bir odaya, bir hücreye kapatsalar..
Bir daha asla buradan çıkmak yok deseler...
Sesimi çıkarmazmışım gibi...
Sanki böyle günlerimin anılarıyla idare edebilirmişim gibi geliyor bana artık...
Ama bir dakika!
Bir dakika!
Cunda'da bir akşamüstü daha bekliyor olsun beni!
Bodrum Gümüşlük'te bir akşam...
Tatilciler ve gösterişçiler ortalıktan çekildikten sonra Alaçatı'da muhabbetle dolu bir güz ikindisi mesela...
Ya da Küçükkuyu'da Ayışığı Lokantası'nın sahilinde çakıllara sırt üstü uzanıp yıldızlara bakmak...