Fikri Nazif Ayyıldız'dan bahsetmiştim size geçenlerde. Işık Üniversitesi'nde bir fotoğraf sergisi açmıştı. "Kaybolmadan önce" gördüklerini, gözlemlediklerini, hissettiklerini fotoğraf fotoğraf sunmuştu bize. 30 yıllık bu Bab-ı Ali emeklisi bir meslektaş olmanın dışında lise yıllarımdan kalma bir de kardeştir benim için. Bu kardeşliğin temel taşlarından biri de Fikri Nazif Ayyıldız'ın annesi Sevim annedir. Uğur Dündar abimizin deyimiyle "bilen kadın"dır yani. Hepimizin böylesi yakınları sevdikleri vardır elbet. Ben de onları hatırlayın diye gelin bir Sevim anne anlatayım size.
"Sosyal İçerikli Memeler" adlı kitabını imzalayıp verdi bana Fikri. Üstüne de: "Bu kitapta bir yerlerde, belki de pek çok yerde sen varsın!" yazdı. Sevindim. Kitabın ilk sayfasında da matbaada dizilmiş harflerle bir kelime yazıyordu: "Anneme." Ona da sevindim. "Anneme." Fikri'nin annesine, benim ikinci anneme yani. Yani Sevim anneye... Herkesin ondan doğmadığı bir annesi daha yok mudur? Vardır sanki. Fikri onun oğlu, tamam. Fikri'yi o doğurmuş. Ama Sevim anne benim de annem. Benim ikinci annem. "Kız peşinde dolaşacağına, otur da dersine çalış!" diye bağırırdı birincisi. O ise cebimde buruşmuş on liralıklardan koyar: "Al şunu da kızı kırk yılda bir sinemaya götür!" derdi.
İlle ki solcu olmamız gereken okul günlerinde: "Bomba momba atmayın, ben size güzel molotof kokteyli tarifleri öğrenirim" derdi. Politzer hatmederken, bizle birlikte diyalektik çalışır, "Her Şey Değişir" bölümüne kadar gelip, kendimizi derya sanarken o bize Dimitrov'dan cımbızlanmış cümleler kurardı.
Hep şaşırırdık: "Hem nasıl komünist, hem nasıl namaz-niyazında?" O ise, "Allah hepinize helal sütü emmiş kızlarla evlenmeyi nasip etsin" derdi, gülerdik. "Sütçü su kattıysa heee" diye yüzsüzlük yapardık. Bu halimizle dalga geçmeyecek kadar dalgacıydı.
Zibilin Zekayi, Kamburun İbrahim, Deli Mehmet, Kelle Işık, Baba Kadri, Dar Hasan, Gerzek Semra, Kör Halit, Keçiboku Bülent, Tikkocu Veli, Sarhoş Salih, Mevlüt, Zeki, Tahsin ve Uzunkol Hakan amma da çok çocuklarıydık onun. Selahattin'i de o doğurmuştu, ama küçük diye itibar sıralamasında bizden sonraydı Selo.
En kralının bile, "Bilen kadınıydı." Gelinlerinin bir türlü büyü tutturamadığı, ezelden muskalı bir zamane ermişiydi sanki. Saraydan geldiği söylenirdi Yıldız Saray Apartmanı'na.
Gönlünü Draman'ın en bitirim ve en babayiğit adamı Nadi'ye ancak görücüyle evlendikten sonra, ama "tam" kaptırdığı söylenirdi.
Bunalım kusmanın hepimizin içine emri hak gibi çöreklendiği delikanlı günlerimizin tatlı dilli ilacı, yola sokucu lokmanıydı. Bütün zamanların en iyi "bili bili çorbasını", "sarma arap dolmasını" o yapardı zannımca. "Gecenin saat kaçı" yoktu o evdeyse. Çalarsın ve girersin. İster kıvrılır uyur, ister şımarır, ister ağlardın kucağına yatıp: "Bu da bırakıp gitti" diye. Bi kere bile "mutsuz olma hakkını" kullanmaz mıydı insan? Umutsuz bir tek sözcük bile dökülmez miydi ağzından insanın bir kez bile? Onca çamaşırın, bulaşığın; ev toplama, yemek yapma, çarşıya çıkma, insan ağırlama ve her biri orduyu bozmaya muktedir bizim gibi "hırt"larla uğraşma arasında nasıl da becerdi o işi. Kısa devre kontağına kurban gitmiş, ıskalamış bir sevdanın armağanı "Ekim torun" nasıl büyüdü ellerinde. Hayret bi şey! Büyüyüp bir de filiz gibi bir Deniz Harp Okulu öğrencisi oldu Ekim bebe. Adettendir. Her semtte, Draman'da bir nöbetçi annem var. Ve hah "o" evdeyken gecelerin saat kaçı yok. Çalarım ve girerim. Ya bir yere kıvrılır uyurum ya da şımarır yatarım kucağına... Ağlarım.