Magazin Gazetecileri Cemiyeti'nin Altın Objektif Ödülleri gecesi yapıldı önceki gün. Etkinliğin ilk anlarında, sunucu Cem Davran, Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ü, jüri başkanı olarak sahneye davet etti.
Özkök herkesleri selamladıktan sonra, etrafa alıcı gözle bir pan yapıp, çok ilginç ve düşündürücü bulduğum şu konuşmayı yaptı:
Bakma gör!..
"Buraya gelmeye hazırlandığım sırada, Milliyet'i yöneten Mehmet Yılmaz bana telefon açtı. Meğer o, erkenden gelip oturmuş salona. Dedi ki: 'Hemen gelmelisin. Çünkü Zeytinburnu'nun orta yerinde meğer iki Akmerkez varmış da, haberimiz yokmuş. Mutlaka gelip görmen gerekir burayı. Ben çok etkilendim. Sen de gör, bak neleri başarmışlar."
Heey abiler!..
Hatırladığım kadarıyla da şöyle bağladı cümleyi: "Gelip görünce hak verdim arkadaşıma. Biz medya plazalarda oturup buraları görmeden yaşıyormuşuz meğer!"
Hemen arka masamda Uğur Dündar ve Kayahan oturuyordu. Gayriihtiyari seslendim onlara. "Hey ağabeyler şu işe bakın. Türkiye'nin iki büyük gazetesinin genel yayın yönetmenleri, Zeytinburnu'nu bilmediklerini itiraf ediyor!.."
Sezgiyle yaşamak
Sonra düşündüm. Sadece onlar değil ki. Bazı anlı şanlı yazarlar da aynı türden laflar ediyor zaman zaman. Hepsi de "medya plazalarda sıkışıp kalmaktan" bahsederek, bu türden samimi itiraflarda bulunuyorlar güya. Kimse kusura kalmasın. Ben bu sözlerin altında samimiyet değil, aksine samimiyetsizlik seziyorum.
Ağır ve yoğun
Özeleştiri ambalajına sarılarak sunulan bu laflarda, gizlenmiş bir amaç var sanki. Duyana; "Bravo valla adama. Bak amma da içten konuştu. Hatası ve eksiğini bizzat kendi ağzıyla söyledi" dedirtip prim yapmak. Bir yandan da; "Ama ne yapsınlar? Onlar oralara tıkanıp kalıyor. Ama o ağır ve yoğun işler de başka türlü yürümez ki" diye düşündürmek.
Dudullu nire gardaş?..
Bu her kalibreden sevgili meslektaşın, plazalar dışında geçirdikleri epey vakitler de var elbet. Ama tercih ettikleri, gittikleri, takıldıkları semtler de, mekânlar da malum.
Yani Zeytinburnu'nda ya da ne bileyim; Dudullu'da, Sultanbeyli'de, hadi oraları da bırak, konuşlandıkları medya kulelerinin iki arka sokağında ne olup bittiğinden bile bihaber oluşları, vakitsizlikten değil, ilgisizlikten.
Bak sen!..
Eskiden belediye otobüsüne binmeyeni gazeteci saymazlardı. Şimdi otobüsle gidip geleni, bırakın gazeteci, neredeyse adamdan bile saymayacak bir seçkinci (!) anlayış türedi. Bu tarzın özneleri ortalama yaşam biçimlerimin izini süren, oralardan haber, öykü, söyleşi derleyenleri süfliliğin, paçozluğun, kalitesizliğin izcisi olarak algılıyor handiyse...
Malum ya
Lakin yine de eğrisi doğrusuna geldi sayıyorum. Bakarsınız bu ağabeylerimiz; Zeytinburnu'nda Olivium'u görerek başlattıkları çevremizi tanıyalım faaliyetleri devamında, az ötedeki Telsiz Mahallesi'nde kıçı başı açık koşuşturan göçmen aile çocuklarını; Kirazlı muhitinde işsiz gençlerle dolu kahvehaneleri; sabah karanlığı servis araçlarından mahmur gözlerle inen fabrika kızlarını da görür, "kimlere de" gazete yaptıklarını daha iyi anlarlar. Malum ya; çok kazanan değil, çok gezen bilir...