Çocuklara "Atatürk'e mektup" yazdırıyorlar, 10 Kasım günleri... Elbette Atatürk her akşam yattığı yerden kalkıp Anıtkabir'in ziyaret defterini dikkatle okuduğu gibi bunları okuyamıyor...
Bu mektup yazdırma işini "anaokullarına" kadar indirmişler.
Torunum yerinde olan ve torunum gibi sevdiğim, yeğenimin oğlu küçük Berke şunu yazmış: "Atatürk bizim eve gelsin!"... Berke üç yaşında.
Daha büyükler daha bir çokbilmişlik örneği veriyorlar. İlkokul birinci sınıf öğrencisi küçük Arda şunu yazmış: "Bugün ekmeğim ak, suyum berraksa, ağaçlar çiçek açıyorsa sen varsın gözbebeklerimde..."
Atatürk'ün has ekmek fırınlarına karıştığını bilmiyordum (peki kara renkli "tam buğday ekmeğini" kim çıkarıyor, Vahdettin mi?)
Su arıtma tesislerine de, ağaçlara da karışıyormuş, haberimiz yokmuş.
Sonra da "Atatürk ekber, Atatürk ekber! Ancak o var, Atatürk! Peygamber O'dur!" diye şiir yazan Behçet Kemal Çağlar'a kızarsınız...
"Yaradansın, biz sana tapıyoruz!" yazan Aka Gündüz'ü ve "Kâbe Arab'ın olsun, Çankaya yeter bize!" yazan Kemalettin Kamu'yu seversiniz belki, ne bileyim...
Bu 10 Kasım'da, İlker kardeş de kendince bir mektup yazmış.
Sevimli afacan İlker, müebbet yemiş yatıyor ve bir umutla Yargıtay kararını bekliyor.
Müebbet mahkûmlarının hapisaneden kafalarına göre şiir yazıp İnternet sitelerine koyabildikleri, siyasi bildiri yayınlayabildikleri bu Tayyip diktasında, Atatürk'e seslenmiş. "Başkomutanım, aslında saldırılan sizsiniz" demiş.
Ergenekon davası, Atatürk'e saldırıymış. Çünkü bu tür davalar orduya saldırıymış.
Ordu içinde darbe yapmaya teşebbüs etmiş birilerinin olması "asılsız iddiadan" ibaretmiş.
Bazı subaylar öyle kaka şeyler hiç yaparlar mı? Ne zaman görülmüş?
Bilinen bir klişeyi tekrarlayacak, "Atatürk darbelere karşıydı, çevirdiğiniz dolaplara onu alet etmeyiniz" deyip geçecektim...
Ahmet Demirel'in yazısını okumasaydım.
Gerek ondan, gerekse onun kaynak gösterdiği, konunun uzmanı Mahmut Goloğlu'ndan öğrendiğimize göre, Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında "kuvvetler ayrılığı" ilkesine karşıymış!
Bilindiği gibi ilk TBMM, önceleri, siyaset bilimi literatüründe "konvansiyonel sistem" denilen "kuvvetler birliği" ilkesine göre çalışıyor, bakanlar meclis içinden ve meclis tarafından tek tek ve doğrudan seçiliyordu, Fransız Devrimi'nin Convention meclisindeki gibi. Meclis reisi Mustafa Kemal Paşa bunu değiştirmiş, ancak kendi seçtiği adayları bakan olabilir hale getirmişti.
Meclis içindeki ikinci grup, yani muhalefet, tekrar kabine sistemine geçilmesini, yasamayla yürütmenin birbirinden ayrılmasını istemiş.
Mustafa Kemal Paşa, kürsüden, "tabiatta, dünyada kuvvetlerin bölünmesi diye bir şey yoktur" demiş. Kuvvetler ayrılığı ilkesini ilk ortaya atan Montesquieu ile Rousseau'yu birbirine karıştırarak Rousseau'ya çatmış: "Bu adam mecnundur ve hal-i cinnetle yazmıştır"...
Ertesi yıl, Sakarya savaşında kendisine verilen "başkomutanlık olağanüstü yetkileri" meclis tarafından geri alınınca da meclisi dağıtmayı düşünmüş, sonra vazgeçmiş. Biz söylemiyoruz, İsmet İnönü anılarında söylüyor.
Hani ya güzel nane şeker...