Meryem'le geçen yıl bu sıralar bir Berlin uçağında tanışmıştık, hepimiz tatile gidiyorduk, biz otele, o da ailesinin yanına...
Bizim hanım da yekten "hiç de ekranda göründüğünüz kadar şişman değilmişsiniz" demesin mi, kızın şöyle bir yutkunduğunu hatırlıyorum.
Derdini anlatabiliyordu gerçi ama Türkçe'si yetersizdi, tipik bir "üçüncü kuşak göçmen çocuğu"... Fakat bu şirin özelliği, son yıllarda Türk televizyonlarında yer etmiş "Türkçe'yi yarım yarım konuşan Alman kızı" modasına cuk oturmuştu (böyle bir başka fıstık da Wilma tabii.)
Meryem şimdi kafayı yemiş. Berlin'de hastaneye kaldırılmış.
"Tükenmişlik sendromu", daha bu yaşında.
Tedavisi var, tedavisi dinlenmek. Belki diziye dönecek, belki de dönmeyecek.
Dönmezse, "dizicilik esnafı" para kaybedecek. Bölüm başına en az bir milyon dolar.
Ünlü "Tudors" dizisinden esinlenen "Muhteşem Yüzyıl" dizisi yani "Turkish Tudors", esin kaynağından daha çok tuttu, daha da çok seyredildi bizde ve dünyada.
Faydalı da oldu, bütün o saçma ve cahil tartışmalarına rağmen halkımız hiç bilmediği Kanuni Süleyman dönemini öğrendi, Hürrem'le ve İbrahim Paşa'yla tanıştı. Şimdi artık esaslı bir de "Kösem Sultan dizisi" yapma vaktidir. Daha önce denendi ama çok kötüydü. İyisini çekecek babayiğit bekleniyor (benim adayım elbette Çağan Irmak.)
Lakin, bu çok izlenen ve çok para getiren dizinin temelinde, hemen her dizide olduğu gibi "kan, ter ve gözyaşı" yatıyordu...
Çünkü, çalışma koşulları berbattı. Çekim saatleri düzensiz ve çok uzundu. Geceler gündüzlere karışıyor, dur durak bilmeden sürekli çekim yapılıyor, üstelik yaratılan milyonlarca dolarlık "artı-değere" karşılık dizinin yıldızları komik denebilecek paralar alıyorlardı, ama bu bile göze batıyordu...
Meryem, televizyona ayda dört milyon dolar kazandırırken ayda seksen bin lira alırmış, o da brüt, yani vergiden önce. Memur emeklisi için büyük fakat bir yıldız için küçük bir adım!
Akşam saat sekizde başlayıp bol bol reklam kuşaklarıyla saat on bir buçuğa kadar bitmek bilmeyen o enayi tuzakları böyle hazırlanıyor. Meryem de feryat ediyor, "yüz yirmi dakikalık bölüm olmaz, elli dakikaya indirin" diye...
Üstelik hep oyuncuların, özellikle başrol oyuncularının çektiği eziyet gündeme geliyor da, ölü eşek fiyatına çalıştırılan set işçisinin sorunları hiç dikkate alınmıyor...
Emek Sineması'nın önünde tepişip polise tekme atan gemi arslanları... Salim arkadaşlar... "Daaevrimciler"... İkide bir "emekten yanayız" diye şişinenler...
Kendi çevresinin "mahalle baskısı" yüzünden huzursuz olup çalıştığı gazeteden kaçmak için gazeteyle hiç ilgisi olmayan çocukça bahanelere sığınan değerli yazarlar...
Hani neredesiniz? Hani eylem?
Hanginiz bu vahşice sömürülen sinema emekçileri için küçük parmağınızı kaldırdınız?
Yirmi üç yıl önce, "Yazarlar Sendikası diye bir kuruluş var, bugüne kadar hangi yazarın telif haklarını hangi yayıncıya karşı savunmuştur, yazarın alın terinin üstüne yatılmasının kimlerden hesabını sormuştur" demiştim de Aziz Nesin'le papaz olmuştum, eski okurlarım hatırlayacaklardır.