Nâzım Hikmet, cezaevi yıllarında Kemal Tahir'e yazdığı mektuplardan birinde, "düşündüğüm ve tasarladığım sanat rüşeymlerinin sende inkişafını memnuniyetle müşahade ediyorum" gibilerden bir laf eder...
"Tohumların gelişimi" demek...
Koskoca Nâzım Osmanlıca konuşuyor vallahi...
Benzetmek ve övünmek gibi olmasın ama bendenizin de ortaya saçtığı böyle bazı "gazetecilik ve fıkra yazarlığı" tohumları vardır. Bunlar da bazı genç arkadaşlarda filizlendiler. (Genç dediğim adamların kimisi elli yaşında, gördünüz mü Refik ağabey?)
Bunların başında Ahmet Kekeç geliyor. (Düşmanlarından biri ona "çakma Engin" demişti.) Bir diğeri Salih Tuna. Bir diğeri Fikri Akyüz'dü, nedense ortalıktan çekildi. Rasim Ozan Kütahyalı da, ara sıra bana küfür etse bile hiç kızmadığım, beğendiğim bir gençtir. Zamanla daha da akıllanacak. Boynuz kulağı elbette geçecek.
Kekeç, geçenlerde Dostoyevski'nin Gogol için kullandığı özdeyişi bana uygulayarak "biz hepimiz onun paltosundan çıktık" demiş, beni onurlandırmıştı, sağolsun. Pulitzer ödülü kazanmış kadar olmuştum.
Bu adamların hangi siyasi partiyi tuttukları, dinle imanla aralarının nasıl olduğu, nerede yazdıkları, birbirlerinden farklılıkları beni hiç ilgilendirmez. Özgür ve bağımsız düşünebiliyorlar, "aykırı" davranabiliyorlar, cahil ve aptal değiller, mizah duyguları yerli yerinde, hepsinden önemlisi "demokrat" bir ruh taşıyorlar, kavgadan da kaçmıyorlar. Önemli olan da budur.
Bu adamları bendenizin, artık it kopukla uğraşmaktan yorulmaya başlamış şu orta yaşlı adamcağızın "manevi evlatları" sayınız. (Şimdi bana kızacaklar, "ağabey dedik bağrımıza bastık, herif bize babalık taslıyor" diyecekler.)
Ahmet Kekeç'le ara sıra birbirimize "laf göndermeyi" severiz. Bu bir tür uzaktan kumandalı sohbettir.
Kekeç, son günlerde aklını rahmetli İlhan Selçuk ve bir türlü rahmete kavuşamayan Cumhuriyet gazetesine taktı.
Merhumun, satış rekorları kırmış ve bizim kuşaktan her aydının okumuş olduğu ünlü "Yüzbaşı Selahattin'in Anıları" adlı iki ciltlik kitabını hatırlatmış.
Yüzbaşı Selahattin'in "tipik" bir İttihatçı olmadığını, namaz kıldığını, kırklı ve ellili yıllarda da İnönü'ye karşı Bayar'ı desteklediğini de biz burada hatırlatalım, çünkü es geçilmek, unutturulmak için çok uğraşıldı!
Şimdi Ahmet Kekeç, itiraf edeyim o zamanlar benim hiç aklıma gelmeyen bir şey yakalamış, soruyor: İlhan Selçuk tarafından "editing" uygulanan, hatta düpedüz yeniden yazılan Yüzbaşı Selahattin'in anılarında "yirmili yıllar" niçin yoktur?
Yazmamış mıdır, yoksa İlhan Selçuk'un işine gelmediği için çıkarılmış mıdır bu bölümler?
Hayret, desteklediği Celal Bayar kendisine "Çankaya'ya bir çay içmeye gelmedin Selahattin" diye serzenişte bulununca "sen bana geldin mi Celal, bizim ev yolunun üstünde" diyebilen dikbaşlı ve dürüst bir adam, o dönemin hırlaşmalarını niçin es geçsin?
Ben de Ahmet Kekeç'e başka bir "tüyo" vereyim.
Cumhuriyet gazetesi eskiden "tarihten yapraklar" gibilerden küçük bir köşe yapardı, "kırk yıl önceki Cumhuriyet'ten" diye bir şey... Gazetenin eski haber ve yazılarından küçük örnekler... Uzun zamandır okumayı bıraktığım için, şimdi de var mı bilemeyeceğim.
Fakat ne hikmetse, o kırk yıl önce muhabbeti tam da İkinci Dünya Savaşı'nın başına gelince kesilir, hooop, yine gazetenin çıkışına, 1924 yılına dönülür, sil baştan yapılırdı.
Neden acaba?
Sakın, İkinci Dünya Savaşı'nda Cumhuriyet gazetesinin Almanya'yı ve Hitler'i desteklemiş olduğunu gençlerin öğrenmelerini, yaşlıların da hatırlamalarını engellemek için olmasın?