Osmanlı İmparatorluğu, on dokuzuncu yüzyıl başlarında tükenmişti... Mısır'ın "kopuşuna" güç yetirememesi, hele hele Mısır ordusunun Suriye'den kaptırıp Kütahya'ya kadar gelmesi, bir de Yunan ayaklanması...
Osmanlı, askeri açıdan bitmişti. Her savaşta yeniliyordu. Ordusu çağdışı kalmıştı.
İngiltere'yle yapılan 1838 Ticaret Anlaşması, ekonomik açıdan da bittiğini belgeler. Osmanlı ekonomisi bilinen şekliyle iflas noktasındaydı. Batı ekonomisine teslim oluyordu. Çünkü ekonomisi de çağdışı kalmıştı. Yalnız bunlar değil, herşeyi çağdışı kalmıştı.
1839 Tanzimat Fermanı da, Osmanlı'nın siyasi yenilgiyi de kabul ettiğini, ayakta kalmak için "uygarlık çemberi değiştirmeye" karar verdiğini, yani kendi kendini, kendi niteliklerini reddettiğini gösterir.
Bu şekilde Osmanlı "oksijen çadırına" alınarak, ite kaka bir seksen yıl daha yaşatıldı... Oysa kaçınılmaz sonuç ufukta görünmüştü.
Osmanlı'nın, ölmemek için bir tek yolu, bir tek çaresi vardı: Modern bir "federasyona" dönüşmek... Vakitlice...
Akıllı davranıp Mısır ve Yunan "asileriyle" görüşmelere başlasaydı, gelecek ayaklanmaları da önlemek için imparatorluğu demokratik bir anayasaya kavuşturup, bütün halkların eşit olacağı bir sistem kurabilseydi... Her halkın kendi parlamentosu, kendi hükümeti olacak, İstanbul parlamentosu da bir "üst meclis" olarak görev yapacak, her federe devlet, başkan olarak padişahı, üst yönetim olarak İstanbul Hükümeti'ni tanıyacak ama iç işlerinde özerk olacak... Yani Türk, diğer unsurları bu şekilde "sistem içinde" tutacak ama bu sistem "reforme edilmiş" yeni bir sistem olacak...
İngiltere'nin daha sonra başaracağı bir "Commonwealth" yani...
Ya da bugünkü İspanya gibi diyelim.
Ama Osmanlı Türk unsurunda ne bunu düşünebilecek çap, ne bunu tartışabilecek bir "intelligentsia", ne de uygulamaya koyabilecek siyasi kadrolar vardı o dönemde...
Örneğin Rigas'ı öldürmek yerine "bu adam ne söylüyor, bir bakalım" diyebilecek çapta devlet adamları... Yoktu öyle bir yönetici.
İkinci ve son bir fırsat, 1908 yılında yakalandı... ve kaçırıldı.
Jöntürkler, bütün halkların eşit olacağı bir parlamenter sistem getirmek için ayaklandılar. Kazandılar da. Bütün halklarda bir bayram havası esti.
Ama birkaç parçaya bölündüler, ağır basan İttihatçılar, hemen iki yıl sonra yüz seksen derece döndüler, katı bir "Türk milliyetçiliğine" yöneldiler ve iktidara da darbeyle el koydular. İmparatorluğu büsbütün ve kesinlikle bitirmek için bundan daha kestirme bir yol olamazdı!
Nitekim imparatorluk dağıldı ve Lausanne'da tasfiye edildi.
Bu yazıyı, "günlerden pazardır, tarih sohbeti yapalım da köşe dolsun" diye yazmadım.
Bu gerçeklerin ışığında günümüzü düşünün, bakalım ne gibi sonuçlara varacaksınız?
Bugün de Türkiye Cumhuriyeti, "bilinen şekliyle" çok zor durumda.
Bürokrat diktası yani cumhuriyetin "asıl hamuru", temel taşı çatırdıyor, fakat eski yapı da direniyor, "dönüşmeye çalışan cumhuriyet" sancı çekiyor. Tutucular ve liberaller birbirlerinin gözünü oymaya çalışıyorlar. Direniş çok güçlü, değişim yanlıları beceriksiz, yetersiz. Çekişmenin tadı iyiden iyiye kaçmak üzere...
Acaba yirmi ikinci yüzyılda gelecek yazarlar, torunlarımız, bizim için de "bitmişlerdi ama farkına varamıyorlardı, tuttukları katı Türk milliyetçiliği yolunun onları dağılmaya götürdüğünü göremiyorlardı, bozuk sistemi ittire kaktıra azıcık daha yaşatmaya çalışıyorlardı, sistemi yenileyecek basiretleri yoktu, böyle böyle battılar" yazacaklar mı?