Yaklaşık 10 yıldır her türlü basın yayın organıyla sözde "liberal demokrasi" savunusu yapan cemaat söz konusu kendi çıkarları ve hedefleri olunca bir yol ayrımına gelmiş görünüyor.
Cemaatin bugünlerde diline pelesenk ettiği "kurumsallaşmış demokrasi" iddiası ise bu tabloda bir kandırmaca olarak bize sunuluyor. Karşısına milli irade tarafından göreve getirilmiş seçilmiş iktidarı alan cemaat yönetimindeki "paralel" devletin, en açık hedefi 90'lardaki gibi "güçsüz hükümetler, güçlü kurumlar" dönemine geçiş gibi görünüyor. Bu nedenle de "kurumsallaşmış demokrasi" gibi gelenekler üzerine inşa edilmiş bir hükmetme yapısı öne sürülerek yeni bir iktidar alanı açılıp, buna meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor.
Unutulmamalıdır ki 28 Şubat sürecinde sayısız savcıları, medyası ve güçlü sermayesi ile mükemmel bir "kurumsal" işbirliği sonucu seçilmiş koalisyon hükümeti istifaya zorlanmıştı. PKK ile gerçekleşen mücadele ve bunun arka planındaki güvenlik endişeleri terörizm kastı ile en temel hak ve hürriyetlerin gasp edilmesine yol açmıştı. Bugün de sahte bir El Kaide tehlikesi ve PKK'nın silah bırakmayıp zaman kazandığı iddiaları ile halk nezdinde benzer bir psikoloji oluşturulmaya çalışılıyor.
Artık herkesin bildiği gibi yargı ve bürokraside iyi bir şekilde örgütlenmiş, emir ve görüşlerini Pennsylvania'dan alan bir paralel devletle karşı karşıyayız. Bu yapı iktidara karşı da bir psikolojik harp başlatmış durumda.
El Kaide ve Suriye'deki radikal İslamcı gruplar öne sürülerek Erdoğan ve ekibine "terörist" damgası vurulmak isteniyor. Cemaatçi savcılar ve hakimlerin verdiği mahkeme kararlarıyla başlatılan "yolsuzluk" soruşturmaları, iktidarın üzerinde sallanan demokles kılıcı gibi siyaseti boğuyor. Büyük resimde Erdoğan yurtdışındaki tüm karizmasını kaybederken, içerde de seçimlerle yenilgiye uğramasa da yakın çevresine varacak bir "içeriye alma" sarmalıyla istifaya zorlanıyor.
Nereden bakarsanız bakın düşünce özgürlükleri bir dini liderin çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya mahkum; Hanefi Avcı, Ahmet Şık ve Nedim Şener davalarında görüldüğü gibi en temel ifade özgürlüğüne bile hiçbir saygısı olmayan bu örgütlenmenin Türkiye'deki iktidarı böylesine tehdit etmesinin sonuçları sıradan vatandaşlar için oldukça olumsuz olacaktır. Ortada ülkeye daha "ileri" bir demokrasi getirecek bir yapı olmadığı gibi, var olan özgürlükleri de hiçbir demokratik meşruiyeti olmayan bir lider ve ekibi tarafından alınacak kararla ortadan kaldırabilmeye muktedir bir grup bulunmaktadır.
1950 seçimlerinden beri "seçim hakkı" üzerine sayısız söylevler verilmiş memleketimizde Erdoğansız bir AK Parti liderliğinde güçsüz bir hükümetin asıl muktediri dini bir yapılanma olacaktır. Şantaj kasetleri, soruşturma dosyaları, Genelkurmay'da sayıları bilinmeyen üyeleriyle "yeni derin devlet" olan bu yapı, çocuklarımızın da gerçek bir seçim hakkı olmayacağı yeni vesayeti tesis etmeye kararlı görünüyor. "Gönül erlerinin" oluşturduğu bu paralel devletin anayasallaşarak hükümranlığını sonraki yıllara taşıması için de ellerinden gelen her şeyi yapacak gibiler.
Platon'un da dediği gibi demokrasiden tiranlığa geçiş diğer rejim değişikliklerine göre en kolay olanıdır. Bu geçiş, bugün bir dini cemaat liderinin yaptığı gibi kendine ait özel bir ordu ya da koruyucu bir kuvvet kurmayı başaran herhangi bir halk lideri veya "kanaat önderi" tarafından kolaylıkla gerçekleştirilebilir.
Yaklaşık 30 yıldır güvenlik kuvvetlerinde ve yargıda kendine bağlı bir kuvvet kurmayı başarmış bu dini liderin, demokrasinin en temel kaidesi olan seçim hakkına saygı göstermeyi planlamadığı açıkça ortada. Saygı sözkonusu olsaydı seçilmiş iktidarı devirmeye çalışarak siyaset mühendisliği içerisine girmezlerdi.
Bu durumda Türkiye'de oy vermeyi halkların kendi kaderini tayin etmede kullandığı en kutsal hak olarak görenlerin; yarı şeffaf, hücre örgütlenme modeline dayalı dini bir yapıya karşı bugün hükümetin yanında olması oldukça tabii olacaktır.