Bir Osmanlı Ermenisi olan Hagop Mintzuri, "İstanbul Anıları 1897-1940"da Beşiktaş meydanında Yedi-sekiz Hasan Paşa'nın amiri olduğu karakolun karşısındaki fırınlarını ve sabahları fırından çıkan tazecik ekmekleri bir at arabasına yükleyip sahil boyunca uzayıp giden yalılara nasıl dağıttığını anlatır. Küçük bir erkek çocuğu olmasına rağmen yıllarca ekmek dağıttığı yalılardan kapıdan uzanan beyaz narin bir el dışında hiçbir şey görmediğini de ekler. Fırıncılık mesleği, ekmek gibi su gibi hayatının bir parçasıdır Hagop'un. Hasat zamanı köye gidilir, alın teri dökülür, öyle çok çalışılır ki geceleri tarlalarda yıldızların altında uyudukları zamanlar bile olur.
Bunları bize anlatan Mintzuri, okumuş yazmış bir Osmanlı Ermenisi idi. Lakin her şeyden evvel kendisini bir köy yazarı olarak gördü. İstanbul'un kozmopolitan havasında suyunda yetişti, kendi kültürü içinde gelişti. Hayatında şehirlilik-köylülük, okur-yazarlık gibi ayrımlar oldu ama etnik kimlik ayrımını muhtemel ki geç öğrendi. İmparatorluğun son günlerine rast geldi, ulus devletle tanıştı ve etnik kimliğin ne olduğunu da gördü, ne olmadığını da. Zira 'İstanbul Anıları'nda anlatılanlar yavaş yavaş silindi. Ne Ermeni fırıncı kaldı ne Rum bakkal. Dahası, Rum, Ermeni, Kürt, Türk hepsi bir anda bir tabela dahi okuyamayacak duruma geldi. Ulus devlet sonra topluma uzun uzun makyajlar yaptı. Temellerini çok önceleri, İttihat ve Terakki ile attığı makyajlar…
Mintzuri 1915 yılında hasat mevsimini geçirmek üzere birkaç aylığına köye gitmeye niyet etmişti. 25 dakika farkla İstanbul'dan kalkan gemiyi kaçırdı. Tam yirmi beş dakika… Bir sonraki gemi, 2 ay sonra. Savaşın devam ettiği yıllar… Daha sonra bu ihmalkârlığını İstanbul Anıları'na şöyle yazdı: "25 dakika daha erken gitmiş olsaydım, şimdi bütün ailemle birlikte ben de yok olmuş olacaktım."
Bütün bir aile…
Melih Cevdet'in dediği gibi, büyükbaba, baba, küçük oğlan, kız, damat... Teker teker gelmişlerdi ve cümbür cemaat gitmişler. Zaman o 25 dakikada donup kalmıştı. (Bu cümle okurun zihninde bir anda Beşiktaş'taki çarşıyı karıştırır, fırının sıcağında kavurur ve içimizi burkar.) Hâlbuki Mintzuri bize başka hiçbir şey söylememişti. Ne nefret vardı sözlerinde ne hayıflanma…
Bir başka Ermeni yazar Zaven Biberyan, "Babam Aşkale'ye Gitmedi' romanında Varlık Vergisi yüzünden zamanda donup kalmış bir aileyi anlatır. Bütün mal varlığı vergilendirilen baba, Aşkale'ye gitmemek için her şeyinden vazgeçmiştir. İlginçtir ki, bu esnada ailenin tek oğlu da askerde 'vatani vazifesini' ifa etmektedir. Askerlik dönüşü parçalanmış bir aile bulur. Annesi ve kız kardeşi babasının Aşkale'ye gitmemesini bir tembellik, kolaycılık olarak kabul etmiş ve bütün mal varlığının bu şekilde kaybolmasını affetmemişlerdir. Oğlan ise için için babasına hak verirken ailenin genel olarak birbirine düşmesi ile oradan oraya savrulmaktadır. Kitabın devamında pek Varlık Vergisinden bahsedilmez. Kıskançlıklar, aile içi hesaplaşmalar, değersizleşmeler hepsi aslında donmuş bir zamana referans verirler. O an ise Varlık Vergisinin kapıyı çaldığı andır.
Usta yazar Mıgırdiç Margosyan, başyapıt denebilecek 'Tespih Tanelerinde' 1950'lerin Diyarbakır'ında Ermeni ve Kürt mahallelerini anlatır. İstanbul tek tipleşe dursun, Diyarbakır hala çeşit çeşittir. Margosyan henüz küçük bir çocuk iken patrikhanenin girişimi ile köyünden İstanbul'da bir Ermeni okuluna gönderilir ve Ermeni yetimhanesinde kalır. Yıl 1953… İstanbullu Ermeni çocukların Diyarbakır'dan gelen köylü Ermeni çocukları ile karşılaşması pek de hoş olmaz. Yetimhanenin İstanbullu çocuklarının gözünde bu yeni gelenler 'pis Kürtlerden' başka bir şey değildir. Taşralılık ve şehirlilik yaşanan her şeye rağmen etnik kimliğin önüne geçmiştir. Bütün bu olaylar ise 1955 6-7 Eylül olaylarının arefesinde yaşanır.
Roman tarzında yazılmış bu hatıratlara bakınca ne çok sustuğumuzu ve unutmaya zorlandığımızı fark ediyorum. Unutmaya zorlanmak, hafızayı hatırlamaya zorlamaktan çok daha fena. Kırık dökük, kaybedilmiş hayatlar ve bu hatıralarla dolu bir insan coğrafyası…
Kendimize dönüp şu soruyu sorabilir miyiz: Mintzuri 25 dakika erken gitseydi ne olacaktı? Ya Biberyan'ın baba karakteri Aşkale'ye gitseydi? Peki, Margosyan yetimhaneye 2008 yılında yerleştirilmiş olsaydı?
Dün, 23 Nisan'da Başbakan Erdoğan'ın 24 Nisan vesilesi ile Türkiye'de ilk defa resmi olarak taziyelerini iletmesi yıllardır resmi söylem ile insan hikâyelerinin buluşma ihtimali için büyük bir umut. Bugün hatırlamak veya unutmak istediklerimiz 1915'de o fırının önünden geçen bir İstanbullu için olağan şeylerdi. Bizler içinse bu hatırlama eylemi oldukça zahmetli ve sıkıntılı bir işe dönüştü.
Hafızanın canlanmasının veya hatırlanmasının Türkiye'de kadim devlet algısını göz önünde bulundurursak ne kadar zor bir süreç olacağı ortada. İşte bu yüzden Erdoğan'ın taziyesine Türkiye Devletinin kadim reflekslerini bir kenara bıraktığı bir canlanma olarak bakmak mümkün. Bu sebeple, resmi taziye, hatırlamanın ve unutmanın acılarını sarmak açısından çok önemli. Artık bu niyetin karşılıklı olarak devam etmesi gerekiyor.
meryemilayda@gmail.com
@miailayda