21 Aralık Perşembe günü New York BM Merkezi'ndeki Genel Kurul görüşmelerinde yapılan oylama sonucu ABD'nin Kudüs'ü başkent olarak tanıması kararı 128'e 9 oyla reddedildi. Daha önce de Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu'nda karara 14 üye ülkenin 13'ü karşı çıkmış, ABD burada da tek başına kalmıştı.
Tabii her şeyden önce, bu oylama sonuçlarının Filistin'de bir barış dönemine vesile olmasını diliyoruz. Konunun bir gurur meselesi yapılmaması, dünyada çok ağır basan bu ortak akıldan faydalanmaya çalışılması en doğrusu olacaktır. Bu açıdan önce BM ABD Temsilcisi Niki Halley'in, sonra da direkt olarak ABD Başkanı Trump'ın tehditvari açıklamaları oldukça rahatsız ve tedirgin ediciydi.
Nedeni basit… ABD dünyanın en güçlü ülkelerinden en önde geleni. Dev ekonomisi ve ordusu ile ABD'nin herhangi bir konuda aldığı tutum tüm dünyayı etkilemektedir. Kaldı ki, İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa Nazizme teslim olurken, ABD'nin dahliyle savaşın yönü değişmişti. Daha sonrasında da, Avrupa faşizmin utancına batmış ve kendi kendisini ayağa kaldırma konusunda her türlü kaynak sıkıntısı çekerken, ABD ordusu ve dolarlarıyla bu işi de üstüne almıştı. Aslında çift kutuplu Soğuk Savaş dönemi de İkinci Dünya Savaşı yıkımlarından birisidir. Stalin her zaman bir NATO, ABD de her zaman bir Kızılordu işgalinden korktu. Daha sonra bu korku belli ki kazançlı bir statükoya evrildi. Küresel hegemonya anlayışı bu şekilde dünyaya sirayet etti.
Sömürgecilik çağı iki dünya savaşı ile boğazlaşma kavgasına döndükten sonra insanlığın yeterli dersleri çıkaramadığı artık görülüyor. Aslında Batı demokrasisi bu dersleri çıkarttığını iddia etti. Ama gerçek bu değildi. Sadece İsrail/Filistin sorununa bakıldığında bile bu yanılgı anlaşılıyor. Eğer bu dersler çıkartılabilmiş olsaydı, ABD mesela şu son Kudüs kararını bence almazdı. Daha makul bir dünya düzeninin mümkün olduğu tezi de bu kadar ayaklar altına düşmez, sıcak savaş, vekalet savaşları, terör çağının başlaması da bu kadar kolay olmazdı. Bakıyorum da, bugün artık küresel bir felakete sürüklenmenin kaçınılmaz olduğuna dair inanç çok güçlenmiş durumda. Genellikle herkes kötümser.
İşte bu son BM Kudüs kararı daha iyimser bir gelecek için bu kötümserliği ve ezberi bozacak bir etkiye sahip olabilir. Bizler ona sahip çıkabilirsek tabii.
Burada Türkiye'ye bir parantez açmakta fayda var. Herhalde kimse reddetmez ki, ABD'nin Kudüs kararını küresel bir sorun haline getiren Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu.
Önce İslam İşbirliği Teşkilatı olağanüstü İstanbul'da toplandı. Doğu Kudüs Filistin'in başkenti olarak tanındığı gibi, Filistin'in de tanınması çağrısı yapıldı. ABD'nin ise artık barış görüşmelerinde arabulucu olamayacağı deklare edildi. Bu malumun ilanıydı. Hem bu kadar tarafgir davranıp, hem barış görüşmelerini böyle tehlikeye atıp, arabulucu olarak rol üstlenmeye devam etmek mümkün olmazdı.
Aynı şekilde Avrupa Birliği Liderler Zirvesi'nde de İİT'ye paralel bir tavır ortaya kondu. Bu arada Ankara tüm dünya liderleriyle bu konuda irtibat halindeydi. Ardından da BM'deki iki oylama gerçekleşti. Bunların hepsinde Ankara'nın öncülüğü ve Erdoğan'ın güçlü, kararlı tutumu öne çıktı.
Türkiye şüphesiz önemli bir ülke. Hem batı hem de doğu ile aynı anda konuşabilen, tüm kampanyalara rağmen her iki coğrafyada da itibarı olan, sömürgeci bir geçmişi bulunmayan, kendisi de sömürge olmayan güçlü bir devlet.
Dolayısıyla, Türkiye'nin tavrı her zaman göz önünde bulundurulacaktır. Ancak 2009 One Minute çıkışı ve BM'nin hegemonik yapısını eleştiren "Dünya beşten büyüktür" söylemi, Türkiye'nin gücünden çok daha fazla etki yaptı. Öyle ki, ABD'nin tüm hoyrat tutumuna, hatta ülkeleri açıkça tehdit etmesine rağmen, dünyanın büyük bir çoğunluğu Filistin'in yanında yer aldı.
Bu güç ve etki peki nereden geliyordu?
Bence Dünya şu anda bir paradigma tıkanması ve değerler krizi yaşıyor. Hakikat tamamen algı merkezlerinin kontrolüne verilmiş halde. Soykırımları yıllarca izleyebilir hale geldik. Kar hırsı her şeyi mübah hale getirmiş durumda. Temel etik anlaşmalarımızın artık lafta kaldığını ve uygulanamadığını, uluslararası sistemin işlevini yerine getiremediğini görüyoruz. Faydacılık ve korku birbirini besliyor, telafi edici süreçler devreye giremiyor. Merkez siyaset büyük darbe almış durumda. Irkçılık merkeze oynuyor. Kolakowski'nin dediği gibi, "soruları değil, soru sormanın kendisini unutmuş hale geldik" de denebilir. Dünyanın en zengin sekiz ailesinin dünyanın yarısına eşit bir gelire sahip olduğu bir dünya, gerçekten ancak başka bir gezegenin cehennemi olmaya aday değil midir?
İşte diğerleri kadar zengin ve büyük bir ülke olmasa da, statükoya boyun eğmeyip "Kral çıplak" diyen bir Türkiye gittikçe dünyanın gündemine oturdu. Neredeyse hiçbir yardım görmeden, dinine, ırkına, mezhebine bakmadan üç buçuk milyon mülteciyi en iyi şartlarda yaşatarak kendi içine kabul etti. Milli gelirine oranla Türkiye bugün dünyanın en çok yardım yapan ülkesi olduğu gibi, Arakan trajedisinde ve Kudüs meselesinde olduğu gibi tüm riskleri alarak mazlumların dünya gündeminde sözcülüğünü yaptı.
Haliyle 2009 "One Minute" çıkışından sonra, Türkiye'nin başına gelmeyen de kalmadı. O güne kadar yere göğe sığdırılamayan Recep Tayyip Erdoğan bir günde "diktatör, "otoriter" oldu. Türkiye'ye dönük milyarlarca dolar harcanan kara propaganda süreci başlatıldı. DEAŞ ile en etkili mücadeleyi vermesine karşın, ona yardım etmekle suçlandı. Siyaseti dizayn edilmeye çalışıldı. PKK ve FETÖ'ye destek olundu. En nihayetinde de Fetullah Gülen Terör Örgütü'nün devlete sızmış elemanları üzerinden 15 Temmuz 2016'da 250 vatandaşın öldürüldüğü bir darbe/işgal girişimini dünyaya ders olacak bir sivil direniş ile püskürttü. Ama bu darbenin püskürtülmesi neredeyse büyük bir tepki, hayalkırıklığı ile karşılandı. Türkiye bir NATO üyesi ve AB'ye aday bir ülke olarak yapayalnız bırakıldı.
Tüm bu düşmanca tavrın 2009 "One Minute" çıkışından sonra ortaya çıktığını net bir şekilde izleyebiliyoruz. Dolayısıyla, son Kudüs kararındaki güçlü Türkiye tavrı, bu düşmanlığın nedenini de bize veriyor.
Evet, Türkiye'nin gücü, dünyanın ihtiyaç hissettiği değerleri temsil ediyor olmasından… Sözünün gücü öncelikle ordusuna veya ekonomik büyüklüğüne değil, söylediklerinin ahlaki olarak doğru olmasından kaynaklanıyor. Tabii ki Mikronezya'nın böyle bir rolü oynaması mümkün olamazdı. Çünkü Türkiye geçmişi ve coğrafyası ile yoksanacak bir ülke değildir. Ama Türkiye tabii ki bir ABD de değildir.
Açıkçası ben Kudüs kararı gibi tavırlarla ABD'nin yeniden büyük olabileceğini hiç sanmıyorum. Batı gücünü ve değerini demokrasisinden alıyordu. Bu değer temsiliyetinde hızlı bir güç kaybı var. Bu gidişatı da sadece doların ve Hollywood'un gücüyle önleyemezsiniz. Mutlaka evrensel değerlerin icraatlarınıza yansıması gerekir. Sorgulanan iktidar iktidar olmaktan çıkmaktadır. Biraz Foucault okuyan bunu bilir.
ABD'nin demokrasisine sahip çıkması ve buna uygun bir tavır içine girmesi sadece ABD için değil, tüm dünyanın kaderi için de iyi olacaktır. Çin'in nasıl bir rota izleyeceği bilinmezken, içine kapanan, alınganlaşan ve kızgın bir ABD birçok dengeyi altüst edebilir. Kudüs kararında bir yenilenme, bir acziyet değil, bir kendine güven işareti olarak algılanacaktır. ABD değerli bir ülkedir. Bu değeri demokrasi yönünde arttırması en doğrusu olacaktır.