25-29 Ocak 2016 tarihleri arasında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi oturumlarına katılmak için Strasbourg'daydık. Türkiye, Avrupa Konseyi ve AİHM'e bütçe katkısını yüzde 200 arttırarak hem bu önemli kuruluşların rahatlamasına yol açtı, hem de kurucu babası olduğu konseyde 18 üye ile temsil edilme hakkı kazandı.
Avrupa Konseyi, yasama yürütme ve yargı organlarıyla ciddi ve etkili bir kurum. Etkisi, sadece üye ülkelerin Konsey'in kararlarına uyma yükümlülüğünden veya AİHM kararlarının anayasalar üstündeki konumundan kaynaklanmıyor. Konseyin, 820 milyonluk nüfusa sahip Avrupa bölgesinde ortak değerler üzerinden hareket etmesi, bu değerlerin birikmesine ve korunmasına katkıda bulunması nedeniyle daha köklü bir etkisi var.
Demokrasi, yaşatılması çok zor, narin ama eşsiz değerde bir çiçek gibi… Sürekli özen gösterilmesi ve korunması gerekiyor.
Görevi bu yıl Pedro Agramund'a devreden AKPM eski Başkanı Anne Brasseur'ün "Human Right, democracy and the Rule of Law know no borders and never should (İnsan hakları, demokrasi ve Hukuk hakkı hiçbir sınır tanımaz ve tanımamalıdır)" adlı kitabını okurken de, kendisi ve çalışma arkadaşlarının başkanlık sürecinde ne kadar yoğun bir çaba içinde olduklarını görüyorsunuz. Brasseur, tabii ki bu kitapçığı "Bakın boş durmadım, neler yaptım" deme amacıyla yazmamış. Başarısız olduğu noktaları alçak gönüllükle (belki bunu düşünmüyor bile) ifade ediyor.
Sayın Brasseur'ün (yüksek olasılıkla Bay Agramund'un da öyle alacak) başkanlığında en öncelikli uğraşısı tabii ki Ukrayna konusu olmuş. Rusya'nın Kırımı işgali ve Ukrayna'nın doğusunda Rusya destekli silahlı güçlerin yıkıcı faaliyetleri, Avrupa'nın başını epey ağrıttı ve ağrıtacak da. Brasseur, haklı olarak "Bugün bana Avrupa Konseyi için 3 önemli önceliği sorsaydınız, Ben, Ukrayna, Ukrayna ve yine Ukrayna diye cevaplardım." demekte.
Bu nedenle, Rusya'nın Konsey'in temel prensiplerinden birisi olan "sınırların zorla değiştirilmesi" ilkesini çiğnemesi, Konsey'in tabii ki en öncelikli konusu olacaktı. Peki, ama nasıl bir yöntem sonuç alırdı? Avrupa Konseyi'nin bu işgali ve zorbalığı seyretmesi, beylik ve etkisiz kınamalarla geçiştirmesi, Konsey'in hem meşruiyetine zarar verecek, hem de korumasına aldığı değerlerin yıpranmasına yol açacaktı. Gücü her yetenin sınırlarını genişlettiği bir dünyada hangimiz güvende olabilirdik? Zaten uygarlığımızın en önemli ürünlerinden ikisi, bireysel anlamda mülkiyet hakkı ve devlet anlamında da sınır güvenliği değil miydi?
Konsey'in tavrı, Rusya'yı birlikten dışlamak değil, onu içeride tutarak işgalin kabul edilemezliği konusunda güçlü mesajlar vermek, yaptırımları harekete geçirmek olmuştu. Nitekim 2015'te olduğu gibi, 2016 oturumlarında da Rusya delegasyonunun itimatnameleri onaylandı. Ancak Rusya'nın AKPM (PACE) ile işbirliğini askıya alması, sorunların müzakere ve barış zemininde çözülmesinde büyük zorluk oluşturdu ve oluşturacak.
Ancak ateş topu orada hala duruyor. Dünyanın bu durumunu 1930'lara benzetenler var. Geçen günlerde mülteci ve göçmenlere ırkçı saldırıların yaşandığı İsveç'in Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Anders Brannstrom broşür olarak hazırladığı bir iç yazışmayı, İsveç devletinin tüm sivil birimlerine ve ülkenin önde gelen akademisyenleri ile siyasetçilerine ulaştırdı ve bu da basına yansıdı. Star gazetesinden arkadaşım Ardan Zentürk'ün dikkatimize sunduğu tespitleri şöyleydi:
"Yaşanan küresel gelişmeler ve siyasetçilerin almakta oldukları kararlar, bizim, önümüzdeki birkaç yıl içinde savaşacağımızı göstermektedir. Tüm değerlendirmeler güçlü bir düşmana karşı savaş kabiliyetimizi en yüksek düzeye çekmemiz gerektiğini işaret etmektedir. Bu yeni stratejik değerlendirme çerçevesinde savaş hatlarımızı çizmek ve İsveç'i düşmana karşı korumak gerektiği açıktır".
Buna tipik bir güvenlikçi asker tepkisi demek işin kolayına kaçmak olur. Çünkü, bugün Ukrayna krizi, Suriye ile birleştiğinde, gayet ciddiye alınması gereken bir kırılmayı işaret ediyor.
İç yazışmayla yetinmeyen Brannstrom, bir gazeteye verdiği cevaplarda ise şu tesbitleri yapmış:
"Gelişmeleri, 1930'ların dünyasına benzetebilirsiniz. Büyük belirsizlikler ve bunlara bağlı siyasi kararlar, büyük bir savaşı başlatabilir. 2'nci Dünya Savaşı'na girmemeyi başardık ama bu kez yaşanacak savaşa girmeyeceğimizin hiçbir garantisi bulunmuyor."
Soğukkanlı hazırlık gerekiyor..."
Evet, İsveç de komşusu Finlandiya gibi bir Rus tehdidini sıcak şekilde hissetmeye başladı. Zaten Rusya, Kuzey Kutbu bölgesindeki zengin doğalgaz ve petrol yataklarına tek taraflı kararlar ile el koyma harekâtlarına başladığı an itibariyle, NATO, Finlandiya ve İsveç ile 'Barış için Kuzey İşbirliği'ni oluşturdu. Peki, Rusya buna nasıl cevap verdi? Rusya, NATO'nun geleneksel bağlantısız politikalara sahip İsveç ve Finlandiya ile geliştirdiği savunma işbirliğini "ulusal güvenlik tehdidi" olarak gördüğünü açıkladı.
Zentürk kendi yorumunda "Bu, Moskova'nın Türk hava sahasına dönük ihlallerine, neden NATO'nun müdahil olduğunu sorgulamasının arkasında yatan saldırgan stratejik tutumu göstermesi bakımından önemli" diyor.
Yani, iki büyük fay hattımız var. Suriye iç savaşı ve Ukrayna. Bu iki fay hattını tetikleyecek ortak özne ise Rusya. Muhtemelen, Rusya'nın Suriye'deki taşeron savaşı aşan ve DAEŞ'ten çok muhalif ve sivilleri hedef alan (hava bombardımanlarının yüzde 70'i muhaliflere, yüzde 30'u DAEŞ'e dönük) varlığı Ukrayna ve sonrasında gelecek olası senaryonun bir hedef şaşırtma hamlesi mi? Yani Rusya, Ukrayna'dan çıkacak bir büyük savaşı, dikkatleri Suriye'deki savaşa ve ABD'nin de onayladığı rolüne çekerek zaman kazanmaya çalışıyor olabilir. Tabii Putin'in ülke içindeki zor durumunu da not etmekte fayda var.
Gerçekten bir üçüncü dünya savaşı riskiyle mi karşı karşıyayız? Bu risk olasılığı üzerinde zar atılacak bir tali mesele olamaz. Stalin ve Chamberlain'in Hitler ile "saldırganla uzlaşma" yoluna gitmesinde yapılan hata, yeniden mi tekrarlanıyor?
Sayın Obama'nın hem Rusya, hem de PYD/PKK ile kurduğu ilişki 2. Dünya Savaşı öncesi duruma epeyce benziyor. Şu an Türkiye'nin Güneydoğu'sunda Kobani'den gelen silah ve keskin nişancılarla asker, polis ve siviller PKK tarafından öldürülüyor. Biliyorsunuz, ABD buraya konteynırlarla silah indirmiş, bunun bir kısmı DAEŞ'in, diğerleri de KCK çatısı altında yer alan PYD/YPJ güçlerinin eline geçmişti. PYD doğrudan PKK'nın kurduğu ve halen Kandil'in yönettiği bir terör örgütü ve bu örgütler şu anda Rusya'nın Ukrayna'da yaptığını Türkiye'nin güneydoğusunda yapmaya çalışıyor.
Elimde 1980'lerden kalma bir The Independent nüshası var. Sayfanın başlığı "Sovyet karşıtı savaşçı, barış için silahını yola koydu" cümlesiyle verilmiş. Peki, sayfanın kocaman görseli kime ait dersiniz? Usame Bin Ladin… Bin Ladin gazetenin haberinde "Suudi işadamı, Sovyet yanlısı hükümete karşı savaşan mücahitleri desteklemekle" övülüyor. Ve evet, barış için bir partner olduğu vurgulanıyor.
O dönem ABD Başkanı Jimmy Carter'ın güvenlik danışmanı olan Brezizinski'nin yıllar sonra sarf ettiği "Hangisi daha önemli? Taliban veya El Kaide mi, yoksa SSCB'nin Afganistan işgali ile çökmesi ve Doğu Avrupa'nın özgürleşmesi mi?" sözlerini hatırlıyorum. Bu akıl, Taliban ve El Kaide'nin oluşmasına yol açan, 11 Eylül saldırılarına ulaşan, bugün DAEŞ'in doğmasını sağlayan Irak ve Afganistan işgallerine varan silah, itibar ve nakit yardımını savunuyordu.
Bugün de sadece karada savaştığı için PYD'ye cici çocuk, havadan arada sırada DAEŞ'i bombaladığı için Rusya'yı müttefik gören zihniyet ne kadar da benzer. O zaman, NATO hava sahasını Türkiye Suriye sınırında ihlal ederek Batı'nın tepkisini ölçen Putin'in, kuzeyde hareketlenme ihtimalini ciddiye almak sadece İsveçli generalin görevi olmamalı.
Ya da, DAEŞ'i bir maymuncuk gibi kullanan, kendi halkını öldüren bir diktatörü ayakta tutan, sivilleri öldüren bir ülkenin, ABD ve bu rolü anlamında Avrupa tarafından desteklendiği bir ölçekte, onu Kırım'dan ve Doğu Ukrayna'dan çıkartmak ve hatta kuzeye yönelmesini engellemek sadece müzakere ve yaptırımlarla nasıl mümkün olabilir?
Bundan şöyle bir sonuç çıkarıyorum.
,
1980'lerde ABD, Afganistan'a Batılı liberal demokrasi değerlerini ihlal ederek müdahil olmakla şeytanla yatağa girdi ve evinde vuruldu. 2003'te Bush girmemesi gerektiği anda Irak'a girdi, Obama ise çıkmaması gerektiği anda 2011'de Irak'tan çıktı. Irak demokrasisi yerine oturmadan, bir Şii Saddamı olan Maliki'ye teslim edilen ülkede yaşanan Sünni kıyımları DAEŞ'e gereken meşruiyeti ve radikalleşmeyi sağladı. ABD ve AB'nin Mursi'nin utanç verici şekilde darbeyle görevden uzaklaştırılması ve binlerce sivilin öldürülmesine verdiği cesaret verici tepki, Ortadoğu'da sivil demokrasi ve müzakere yöntemlerine olan inancı azalttı. Aynı dönemde Türkiye'de seçilmiş sivil/meşru iktidara ulusalcılar ve "laik" elitlerin Gülen Örgütü ile ittifak yaparak giriştikleri darbe denemelerine de demokratik kılıflar takıldı. Gezi krizi, 17/25 Aralık yargı darbesi, 6-8 Ekim PKK ayaklanması eğer başarılı olsa ve ülkedeki işleyen demokratik sistem çökseydi, Rakka bugün Meriç sınırına dayanmış, 10 milyonlarca mülteci Avrupa'ya akmıştı. Bugünkü durumla mukayese bile edilemeyecek bir durum ortaya çıkmıştı. Bir milyon mülteci ile Schengen'i askıya alan AB'nin, böyle bir durumda dağılmaması mümkün olur muydu?
Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye raportörü Sayın Kati Piri, çok yerinde bir açıklama yaparak "PKK, Avrupa Birliği terör örgütleri listesinde ve ölümcül saldırılar düzenlediği bir zamanda bu listeden çıkarılmasının doğru olduğunu sanmıyorum" dedi. PKK'nın şiddete dönmesini, güvenlik güçleri ve sivillere dönük saldırıları kınadığını belirten Piri, "Barikatlar ve hendekler kabul edilemez" ifadesini kullandı geçenlerde.
Ama terör birleşik kaplar teorisinde olduğu gibi bütünlüklü değerlendirilmedikçe, Avrupa değerlerini terör ve kaba kuvvet kullanan güçlerin karşısına savunmak mümkün olmayacak. Bugün işimize geliyor diye bazı terör örgütlerini şirin göstermek, onlara silah ve itibar yardımı yapmak (Mc Gurk'ün PYD'yi Rojava'da ziyaret etmesi gibi) rüzgar ekip fırtına biçmek demek. Ama daha da önemlisi, Avrupa kurumlarının, NATO ve ABD'nin terör örgütleri ve meşru partner ülkeleri arasındaki ilişkilerde açılan yaralardır. Proxy savaşlar Batı demokrasisini bir yöntemi olamaz. Sayın Brasseur'ün müzakere yöntemlerinin etkili olabilmesi için, demokratik ilkelere bağlı kalmak, ama saldırganla uzlaşmamak ve müzakerelerin sonuç alması için gerekli zor kararların alınması gerek.
Nitekim PKK/PYD/HDP bu zaafı iyi gördüğü için ciddi bir piar çalışmasında bulunuyor. Sanki Türkiye durduğu yerde Çözüm Süreci'ni bitirmiş, bir sabah uyanıp bugünden itibaren Kürt sivilleri öldürmek istiyorum demiş gibi… Strasburg, Paris veya Lahey sokaklarında binlerce hendek kazıldığını, bunların tonlarca bomba ile doldurulduğunu, asker, polis ve sivillerin komşu ülkelerden gelen keskin nişancılar tarafından öldürüldüğünü düşünün. Türkiye işte bugün bunu yaşıyor.
Türkiye Raportörü Sayın Kiri bir liste hazırladı ve o listede Güneydoğu'da 253 ölüm olduğu yazıyor. Listeyi dikkatle inceledim. Çünkü bizler de sivil kayıplarına karşı çok hassasız. Sayın Piri'nin listesinde 253 kişiden sadece 3 tanesi PKK tarafından öldürülmüş gözüküyor. Geri kalan 250 kişinin polis veya asker tarafından öldürüldüğü yer alıyor.
Böyle nesnel olmayan tespitlerin orada yaşayan kişilere, sorunun doğru anlaşılmasına ve çözülmesine hiçbir katkısı yok. Türkiye'nin nesnel ve adil eleştirilere ihtiyacı var. Avrupa kurumları, savaşın sadece silahla değil, propagandayla yapıldığını bilmesi ve bu propaganda savaşında kullanılmamaya özen göstermesi gerekir. Yani bir yandan YPG'ye PKK'ya ulaşacak olan son teknoloji silahları verilirken, öte yandan Avrupa ve ABD kurumlarında bu silahların yol açtığı büyük bedeli ödeyen bir ülkeye haksızlık yapılamaz.
Gerçek rakamları bir milletvekili olarak ben sizlere vereyim. Hayatını kaybetmiş vatandaş sayısı 77'dir. Bunların 49'u, PKK'nın açtığı ateş sonucu ölmüş, 8'i çatışma arasında kalmış, muhtemelen polis güçlerinin kurşunlarıyla ölmüştür, 20'sinin nasıl öldüğüne dair çalışmalar devam etmektedir. Ölenlerin 120 tanesi doğrudan teröristtir. 17 kişi kalp krizi geçirerek ölmüştür. Piri'nin raporundaki 39 kişinin ise Türkiye resmi makamlarında kayıtları yoktur, araştırılmaktadır.
Türkiye terörle mücadelesinde aynı anda PKK, DAEŞ ve DHKP-C gibi örgütlerle başa çıkıyor. Öte yandan güney sınırında bir cehennem var. Rus uçakları her gün hava sahasını ihlal ediyor. Buna rağmen, övgüye değer şekilde 2 milyon 600 bin mülteciye en uygar şartlarda ev sahipliği yapıyor ki, Sayın Brasseur de şahsen buna tanıklık etti. Sokağa çıkma yasakları ve operasyonların uzun sürmesi, sivil kayıplarını en azda tutmak için. Ancak PKK sivilleri kalkan olarak kullanıyor ve bunu yaparken ölümleri devlete yıkmak adına propaganda makinesine güveniyor.
Ortak düşmanımız terör ve şiddettir. Ve gerçekten de terörün dini, milleti, iyisi, kötüsü, seküleri, radikali olmaz.
Bu tespit, içinde yer aldığımız Avrupa uygarlığının en temel prensibine işaret eder.