Son birkaç haftadır, Türk-Amerikan ortaklığının geleceğiyle ilgili çok sayıda soru gündeme geldi. Kötümserlere göre, ikili ilişkilerdeki kriz hali hiçbir zaman ortadan kalkmayacak ve bu tarihi ortaklık sona erecek. Sayıları iyice azalan ve geçmişe kıyasla artık çok daha ihtiyatlı konuşan iyimserler ise, ilişkilerin mevcut durumunu, kimi zaman sarsılmakla birlikte genelde istikrarlı bir seyir izleyen Türk-Amerikan ilişkilerinin rutin bir safhası olarak görüyor. Kötümserler iki ülke arasında Pastör Brunson'ın tutuklanması sebebiyle patlak veren krizin mevcut halinin ilişkilerdeki bozulmanın bir göstergesi olduğunu savunuyor. İhtiyatlı iyimserlere göre, krizin asıl sebebi iki ülke liderleri arasındaki yanlış anlamalar ve yaşanan iletişim kazaları.
İki ülke arasındaki ortaklığın Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra yeni bir safhaya girdiğini anlamak önemli. 1990'lı yıllarda, bu ortaklığın tekrar canlandırılması ve iki ülke tarafından yeniden formüle edilmesi için bir şans vardı. Ancak ABD yönetimi bu dönemde kısa süreli geçici ortaklıklar yapma politikası izlerken, NATO müttefikleri de ittifakın yapısını reformdan geçirip yenilemeyi başaramadı. Nitekim Türkiye ile ABD de Körfez Savaşı sırasında ve Somali'ye yönelik insani müdahale sürecinde geçici ittifaklar yapmıştı. Bu tür ortaklıklar zamanla yerleşik bir uygulama haline geldi. Fakat 2000'li yıllarla birlikte, iki ülke çeşitli kriz alanlarıyla ilgili ihtilaflar yaşamaya başladı. Çıkarların ve endişelerin ayrışması Irak Savaşı'yla doruğa çıkarken, o dönemden itibaren Türkiye ile ABD Ortadoğu'daki krizlerin çoğunda ortak bir politika oluşturamadı. Bu yüzden bazı uzmanlar, Türk-Amerikan ilişkilerinin yeni halini tanımlamak için işlemsel ilişkiler kavramını ortaya attı.
Bu yeni kavramsal çerçeveyi öneren uzmanlar, iki ülkenin, çıkarlarının örtüştüğü bazı alanlarda işbirliği yaparken çıkarlarının ayrıştığı alanlarda ilişkileri kopma noktasına getirmekten kaçınabileceğini düşünüyordu. Oysa geçtiğimiz on yılda, bunun başarılması çok zor bir iş olduğunu gördük. Her şeyden önce, çıkarların ayrıştığı alanlar idare edilemeyecek kadar genişledi.
Buna ilaveten, ABD tarafı krizin seviyesini çok ciddi bir noktaya taşıdı. Özellikle son birkaç yıldır, Türkiye S-400 füzelerinden Brunson vakasına kadar değişik vesilelerle sürekli ABD yaptırımları ile tehdit edildi. Türkiye ve ABD'nin değişik krizlere verdiği tepkiler bariz şekilde birbirinden ayrıştı. İkinci olarak, ilişkilerde büyük bir güven bunalımı ortaya çıktı. PKK'nın Suriye kolu Halk Savunma Birlikleri'ne (YPG) ABD tarafından verilen destek, eski Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla'nın tutuklanması ve yargılanması sırasında yaşanan usulsüzlükler, Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) lideri Fetullah Gülen'in ABD'de barındırılması ve Amerikan yönetiminin farklı kurumlarının sebep olduğu Türkiye'ye yönelik kamu diplomasisi kazalarının tümü, bu güven krizinin oluşmasında rol oynadı. Üstelik bu durumdan mustarip olan sadece Türkiye değil. ABD'nin birçok müttefiki de bu ülkeyle ilişkilerinde benzer sorunlarla karşılaştı. İşte bu oynak zeminde, işlemsel ortaklığı devam ettirmek bile fazlasıyla zorlaştı.
İkili ilişkilerin içine girdiği bu kritik dönemeçte, ilişkileri yeni bir kavramsal çerçeveye oturtma ihtiyacı bulunduğunun anlaşılması önemli. Bu ise, kriz yaratan konularda ortak paydalar bulmak amacıyla etkili diplomasi mekanizmalarından yararlanmakla başlayacak kademeli bir yaklaşım benimsenmesini gerektiriyor. ABD eski Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'ın Türkiye ziyareti sonrasında oluşturulan çalışma grupları, bunun ilk adımı olabilir. Türkiye ve Amerika'nın bazı kritik konu başlıklarında birlikte çalışabileceği doğru. İki ülke, Afganistan'dan Balkanlar'a, enerji güvenliğinden terörizmle mücadeleye kadar birçok konuda ortak amaçlara ve hedeflere sahip. Ancak yaşanan son krizler, bu ortak hedeflerin stratejik bir ortaklığa zemin hazırlayamadığını ortaya koyuyor. İki ülkenin önümüzdeki dönemde, jeopolitik öneme sahip kilit konuları kapsayacak stratejik bir diyalog başlatması gerekiyor. Ortaklığa anlam ve içerik kazandırmak açısından bu adım büyük önem taşıyacak. Türkiye ve Amerika mevcut krizin başka alanlara da sıçramaması için işleyen bir ilişki tesis etmek zorunda. Yapılması gereken en öncelikli şey, krizin kontrol altına alınarak yayılmasının engellenmesi. Krizin idare edilmesi ve sonra erdirilmesi için hem müzakerecilerin hem de diplomatların yaratıcı ve yenilikçi yaklaşımlar geliştirmesi lazım. Bilhassa, kriz sırasında Türkiye'ye karşı kabul edilemez adımlar atan ABD'nin, kamuoyunun karar alma süreçlerinde ne kadar önemli bir rol oynadığını anlaması gerekiyor. Türkiye'de ABD'ye karşı yükselen tepkiler kesinlikle hafife alınmamalı. Diğer ülkelerden farklı olarak Türkiye'de, kamuoyunun dış politika kararları üzerindeki etkisi çok büyük ve öyle de olmaya devam edecek.