Türkiye ile ABD arasında devam eden krizi tarif etmek için atıfta bulunulmamış benzeri tarihsel olay neredeyse kalmadı. ABD'nin iki Türk bakana getirdiği yaptırımlar ve Türkiye menşeli çelik ve alüminyuma uyguladığı gümrük vergilerini iki kat artırmasının ardından, iki müttefik arasındaki ilişkiler dibe vurdu. Herhangi bir ilerlemenin olmadığı bir ortamda ABD Başkanı Donald Trump ile Başkan Yardımcısı Mike Pence'in açıklamaları ve attıkları tweet'ler, durumu daha da kötüleştirdi.
Bu açıklamalar aslında ABD yönetiminin, en azından en tepedekilerin, uyguladıkları politikaların Türkiye ile stratejik ortaklığa ne tür uzun vadeli etkilerde bulunabileceğini anlamadığını gösteriyor.
Bu politikalar sadece hayal kırıklığı yaratmakla kalmayıp, uzun zamandır Afganistan ve terörizmle mücadele gibi kilit önemdeki güvenlik konularında ABD'yle birlikte hareket etmiş önemli bir NATO müttefikini küstürüyor. Ayrıca diğer ABD müttefiklerinin Amerikan dış politikasındaki tek taraflılıktan duyduğu rahatsızlığı açığa çıkarıyor.
George W. Bush'un "Ya bizimlesiniz ya da bize karşı" sözleriyle başlattığı bu tek başınacılık süreci, esasen sonraki ABD yönetimlerince de farklı şekillerde devam ettirildi.
Başkan Barack Obama'nın Suriye konusundaki pasifliği, Bush'un yaptıkları kadar tek taraflı bir tutumdu. ABD'nin müttefiklerin endişelerine ve önceliklerine karşı ilgisizlik ve umursamazlık gösterdiği her vaka, bunu açıkça ortaya koydu.
Son bir yılda, müttefiklerini ve ittifaklarını ihmal eden ABD'nin güvenilirliği iyice azaldı. Hatta bazı durumlarda bu süreç, Amerika liderliğinde kurulan ittifakları küçümsemeye ve hor görmeye kadar gitti.
Türkiye'ye gelince, ABD yönetiminin bir müttefik ülkenin ulusal güvenlik kaygılarını anlayamaması, biraz da iki ülke arasında güçlü bir ittifak yapısı bulunması nedeniyle ortaklığın hemen bozulmasına yol açmadı.
ABD-Türkiye ilişkilerinin bozulması konusunu işleyen tüm yazılar ve hatta en kötümser uzmanlar bile, NATO çerçevesinin önemine dikkat çekti. İki müttefikin ilişkilerinin kötüye gitmesini isteyen çevreler ise Türkiye'nin NATO üyeliğini de hedef aldı.
Krizin mahiyeti dikkate alındığında, her iki ülkenin NATO üyeliği güçlü bir teminat olmaya devam ediyor. Ancak bu son kriz, iki ülke arasındaki tarihsel bağları gölgede bırakabilecek bir güvensizlik atmosferi oluşturdu.
ABD son birkaç yıldır, Ankara'yı kaygılandırma pahasına PKK ile onun Suriye kolu Halk Savunma Birlikleri (YPG) arasında suni bir ayrım yapmak suretiyle bu terör örgütünü destekledi. ABD 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin failleri konusunda Türkiye'yle etkili işbirliği yapmadı.
Daha da önemlisi, ABD darbenin elebaşlarını hâlâ ülkesinde barındırıyor. Rahip Brunson krizi sebebiyle getirilen yaptırımlar da ittifakın tarihinde görülmüş bir şey değil. NATO ittifakının tarihinde ilk kez, ABD bir müttefikine yaptırım uyguluyor. Magnitsky Yasası kapsamında getirilen yaptırımlardan sadece birkaç gün sonra, ABD bu kez de Türkiye menşeli çelik ve alüminyuma uyguladığı gümrük tarifelerini "ulusal güvenlik kaygıları" gerekçesiyle iki kat artırdı. Bu, ABD'nin NATO tarihinde eşi görülmemiş bir başka hamlesiydi.
Türk halkı ABD'ye uzun zamandır görülmedik ölçüde tepkili. Üstelik bu tepki sadece Türkiye'yle sınırlı değil. Avrupalı müttefikler de ABD'nin tavırlarından rahatsız. Kısa vadede iyimser olmak şu an için zor olsa da, ABD'deki sorumluluk sahibi çevrelerin ilişkilerin daha da kötüleşmesini önlemek için devreye girmesi gerekiyor.
Türkiye-ABD ilişkilerinde geçmişte de birçok zor dönem yaşanmıştı. Ancak bu son kriz bütün krizlerin anası ve muhtemelen Türk-Amerikan ilişkilerindeki gerçekten kritik bir dönemeç niteliğinde. Bu kriz aynı zamanda, ABD liderliğindeki ittifaklar açısından ciddi bir test olacak.