Günümüzde Çin-ABD ilişkileri birçok kişi tarafından, dünyadaki en önemli ikili ilişki olarak görülüyor. Hatta birkaç yıl önce bazı jeopolitik uzmanları, uluslararası sistemin daha etkin şekilde yönetilmesi amacıyla bu iki ülke arasında G-2 türünden özel bir mekanizma kurulmasını bile önermişti. Her iki ülke de aralarındaki ilişkilere dair karmaşık duygular besliyor ve bu konuda kendi içlerinde ihtilaflar yaşıyor. İki ülkedeki güvercinlere ek olarak, muhatabını büyük bir ulusal güvenlik sorunu olarak gören daha şahin kişiler de var.
ABD'de Çin konusunda endişeler taşıyan isimlerin sesi son zamanlarda daha baskın çıkmaya başladı. Zira Çin'in son yirmi yıldaki ekonomik yükselişi, süper güç ABD için bir meydan okuma anlamına geliyor. Çin'in yükselişine odaklanan siyasi demeç furyasına ilaveten, çok sayıda kitap, video ve bilimsel makale bulunuyor. Bu endişeli söylemler sadece Washington'da değil, fabrikaların kapanması ve üretim ile istihdamın Çin'e taşınmasından etkilenen çeşitli Amerikan şehirlerinde de yankı buluyor.
Artık bu şehirler ve kasabalardaki çoğu seçimde, istihdamın Çin'e kaptırılmasıyla ilgili sert söylemler seçmenleri birleştiren ve harekete geçiren en önemli unsur haline geldi. ABD Başkanı Donald Trump, bu söylemi en sık kullananlardan biri. Trump daha başkan adayı olmadan önce bile Çin'i, ABD'deki istihdamı çaldığı ve Amerikan sanayisini "gasp ettiği" için eleştirmeye başlamıştı.
Dünyanın süper gücünü yönetecek başkanlık makamına aday olduktan sonra da bu konuyu ısrarla gündeme getiren Trump, Çin'i kur manipülasyonu yapan ülke ilan etmeyi ve haksız ticari uygulamalarına son vermeyi vadetti. Trump'ın seçimi beklenmedik biçimde kazanmasıyla birlikte, bu söylem Çin'de büyük bir endişe yarattı.
ABD'nin Asya Ekseni politikasını başlatan ve dışişleri bakanlığı sırasında Çin'e karşı çok sert davrandığı kabul edilen kişi Hillary Clinton olsa da, çoğu kişiyi asıl korkutan Trump oldu. Trump görevdeki ilk birkaç aylık dönemde, Çin'le ilişkiler konusunda öngörülemez bir çizgi izledi ve açıklanması zor hamleler yaptı. Daha önceki yazılarımda, Trump'ın görevdeki ilk aylarında Tayvan devlet başkanı ile yaptığı telefon görüşmesini ve Güney Çin Denizi hakkındaki tweetlerini, ikili ilişkileri geren hamleler olarak göstermiştim.
Ancak Trump'ın ABD'yi Trans-Pasifik Ortaklığı'ndan (TPP) çekme kararı, farkında olmadan Çin'e avantaj yarattı. Trump daha sonra attığı tweetlerde, Kuzey Kore sorunu konusunda Çin'den duyduğu hayal kırıklığını vurguladı. Trump'ın Çin politikasını anlamak isteyenler, sabırlı davranarak onun Çin'e yapacağı ilk resmi ziyareti beklemeye başladı.
Trump seçildikten bir yıl sonra, Kuzey Kore ve Güney Çin Denizi ile ilgili gerilimin ortasında Çin'i ziyaret etti. Fakat gündeminin en üst sırasında tabii ki ticari ihtilaflar ve iki ülke arasındaki devasa ticari açık vardı. Trump Perşembe günü Çin ile ticaret hakkındaki söylemini değiştirerek Amerikalıları şaşkına çevirdi. Yıllardır Çin'i suçlayan Trump bu kez ağız değiştirerek, ABD'nin bu ülke karşısındaki dezavantajlı durumu için eski Amerikan yönetimlerini suçladı.
Trump, "Maalesef ekonomik ilişkilerimizde şu anda tek taraflı, adil olmayan bir durum var. Ama bu konuda Çin'i suçlamıyorum. Sonuçta kendi yurttaşlarının yararı için başka bir ülkeden fayda sağlayan bir ülkeyi kim suçlayabilir ki? Önceki ABD hükümetleri iki ülke ekonomik ilişkilerinin kontrolden çıkmasına neden oldu. Amerikan şirketleri ve Amerikalı çalışanlar bundan zarar görüyor. Bu dengesizliği düzeltmemiz lazım çünkü bu iş artık yürümüyor" dedi.
Bu konuşmayı takiben iki ülke, 250 milyar dolarlık büyük bir ticaret ve yatırım anlaşması imzaladı. Ayrıca Trump bir şaşırtıcı açıklama daha yaparak, Kuzey Kore meselesindeki çabaları için Çin'e teşekkür etti.
Trump bu konuda şunları söyledi: "Çin bu sorunu kolayca ve hızlı bir şekilde çözebilir. Çin'e ve onun büyük başkanına, bu konuda elinden geleni yapması için çağrıda bulunuyorum. Başkanla ilgili bildiğim bir şey varsa o da şu ki, bu konuya yoğunlaşırsa kesinlikle bir çözüm bulur."
Şimdi birçok kişi, bu söylem değişikliğini Trump'ın gerçeklere geri dönmesi olarak görüyor. Sonuçta küresel ekonominin işlemesi için bu iki ülkenin, dünyanın en büyük iki ekonomisi olarak birlikte çalışması gerek. Ancak ABD açısından Çin'le ilişkiler konusu ciddi bir siyasi araç.
İkinci konu olan Kuzey Kore meselesi ve Trump'ın bu konudaki açıklamaları ABD'de pek yankı uyandırmayabilir. Ancak Çin'le ekonomik ilişkiler konusundaki söylem değişikliği büyük tartışmalara yol açabilir. Son otuz yıldaki tüm ABD başkanları seçim kampanyaları sırasında Çin'e yönelik sert ifadeler kullansa da, Trump için başka ülkelere istihdam kaptırmak en önemli kampanya başlıklarından biriydi. Trump bu konuyu kampanya sloganına dönüştürerek seçmenleri etkilemeyi başardı.
Trump ülkesine döndükten sonra bu yeni söylemini küresel ekonominin gerçeklerine ve ABD'nin iç siyasetine uyumlu hale getirmek zorunda kalacak. Son otuz yıldaki tüm ABD başkanları, bu dengeyi sağlamak ve buna uygun hareket etmek zorunda kalmıştı. Bu yeni denge yalnızca Trump'ın seçmen tabanıyla ilişkisini etkilemekle kalmayarak aynı zamanda, iki ülke arasındaki ilişkilerde yeni bir rota çizme konusunda da önemli bir rol oynayacaktır.